Top
Ragıp Karadayı

Ragıp Karadayı

ragip.karadayi.ihlas@gmail.com

15/04/2022

"Bu saatte, hem de bu havada! Acelen neydi Abdülkadir?.."

Lütfü Hoca; iki sene önce Samet Hocaya teslim etmişti hafızlık yapması için biricik mahdumunu.
 
          BUZ KESEN HAYALLER
Kendine has gösterişiyle son güz her tarafı tesiri altına almıştı. Bir zamanlar insanlarla dolup taşan sokaklar, tarla, çayır, bostanlar, harman yerleri, dere kenarları, çeşme başları çoktan terk edilmişti. İnsanlar, hayvanları, akla gelebilecek börtü böcek, bütün canlı adına ne varsa; yer yarılmıştı da sanki içine girmişti.
O ihtişamlı bahardan, sımsıcak hasat mevsiminden eser kalmamıştı. O, gece gündüz durmadan sağa sola koşuşturanlar; şimdi sisli havanın, sönük güneşin altında ezim ezim ezilerek hâk ile yeksan olmuşlardı. Hafif bir esintide, tutundukları dallarından veda edip sağa sola savrulan sarı, turuncu, kavruk yapraklar; gelişigüzel uçuşuyor, yollarda, sokaklarda, iki duvar arası boşluklarda çürümeye mahkûm oluyordu. Daha dünün zümrüt yeşili ağaçları, sert esen rüzgârlara boyun eğmiş, cıvıldaşarak, neşeyle uçuşan serçeler; damların saçaklarında ve çıplak ağaçların dallarında derin düşünceye dalmıştı…
Bütün yaz boyunca tarlasından, çayırından, bostanından ayrılmayan ve ona evladı gibi bakanlar nereye gitmişti? Sokakları bir baştan bir başa neşeye boğan çocukların; “sıra bende, hâkim benim” diyen şiddetli fırtınalar karşısında sesleri, solukları kesilmiş, hele yağmurlar, yerini, kara, tipiye borana terk etmişti.
“Neyse bu akşam bir hâl var bende” deyip pus tutmuş camı elinin tabanıyla silen Lütfü Hoca; iri gözlerini daha da irileştirerek sokağa baktı. Ondört numara lambaların titrek ışıklarından maada bir şey göremedi. “Bari sobaya bir iki odun atsalardı” diyerek, sağına soluna bakındı, ortalıkta kimseler yoktu. Avluya çıktı. Tam o esnada da kapı tıklatılmaya başladı. “Fe sübhanallah! Hayırdır inşallah! Bu vakitte bu havada kim ola ki? Hayriye de nerede, ortalıkta görünmüyor?” diye söylenerek yönünü değiştirip kapıya doğru yürüdü...
Aralıksız çalan kapı, yaraları azmış Lütfü Hocayı, cızlavet lastik ayakkabılarını giymeye mecbur ediyordu. Ellerinden akan sarı su ile birlikte ağrısı artmış, sanki lisan-ı hâl ile ona; “Dikkatli ol, ağır hareket et!” diye öğütlüyordu.
- Geldim, geldim… Kim o!
- Benim babacığım.
- Bu saatte, bu havada! Acelen neydi Abdülkadir?
Lütfü Hoca; iki sene önce Samet Hocaya teslim etmişti hafızlık yapması için biricik mahdumunu. İlmi kadar iyi bir insandı hoca efendi. Ona çok itimadı vardı. “Eti senin kemiği benim hocam…” demiş, gülüşmüşlerdi. O da; yaşının küçüklüğüne rağmen emanete gözü gibi bakmış, elinden geleni yapmıştı. İstanbul’dan gelince de artık oğlunun yetiştirilmesi vazifesini üzerine almıştı.
Verintap’ta hafızlığa başlayanlar, etrafını sarmıştı. Kimler yoktu ki? Uzun Hakkı’nın mahdumu Kenan Savaş, Emoç’ın mahdumu Zekeriya Subaşı, Sağır Hocanın torunu Mevlüt Binici, Kaçarlardan Durmuş dayının mahdumu Hafız Nurettin, Koşkans’tan Rasim Eser, Karşem’den Hızır Sarı… Bu kabına sığmaz genç, büyük şehirlere gidince grekoromen güreş öğrenip Avrupa’da şampiyon olmuştu. Lütfü Hocanın güreşe olan merakı bu talebesine yansımış onu şampiyonluğa kadar götürmüş olmalıydı... DEVAMI YARIN
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp