Top
31/12/2023

Yeni yılda mutluluk temennisi!

Oğlum küçükken, mutlu sonla biten masallara bütün kalbiyle inanıyorken, hayatı masal gibi uçucu, masal gibi huzur veren, masal gibi umut dolu, masal gibi ilmik ilmik çözülüp serin yellerin estiği, çayır çimen yuvarlanılan bir gelincik tarlası sanıyorken yani; uyumadan önce ona mutlaka içinde balonların uçtuğu, hayvanların car car konuştuğu, umut dolu bir masal okurdum her gece. Birlikte masal alemine dalar, gezeceğimiz yerlerde gezinir, uçacağımız şeylerin üzerinden uçar, masalın sonuna geldiğimizde ben okumadan, son cümleyi ezberlemiş gibi kendisi tekrarlardı:

“Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar.”

Bir çocuğun muhayyilesinde “sonsuzluk” nasıl bir şeydir dersiniz? Zaman zaman sorarım bu soruyu kendime. Ölüm fikrinden uzak, hayatın bir sonu olduğunu henüz idrak etmemiş biri için yaşamak ne anlama geliyor sahiden? Bir çocuk için yaşamak, annesinin yaşamasıdır bence. Çocuk kendi ölümünü aklına getirmez ama ölümün farkına vardığı andan itibaren önce annesinin ölümü düşer aklına. Ve o andan itibaren hep “ya annem ölürse” korkusuyla yaşar. Onu var eden, bu dünyada yaşamasını anlamlı kılan tek varlık annesidir çünkü.

Bir çocuğun küçücük eli, annesinin şefkatli avucunun içindeyse, dünyanın tek mutlu varlığı odur. O anı da çocuk “sonsuzluk” olarak kaydeder belleğine. Anneden ayrılan bir çocuğun o kadar kalpten ağlamasının sebebi bu olsa gerek; anneden her ayrılık, sonsuza kadar ayrılık olarak gelir ona.

*

Bugün yılın son günü… Yarın yeni bir yıl başlıyor. Yeni yıldan ayrılmak, bir çocuğun annesinden ayrılmasına benzemez. Bizi yıla bağlayan bir şey yok, “yeni yıl” dediğimiz şeyi biz icat etmişiz çünkü, bu yüzden insan icadı bir şeyden ayrılmak kalpte bir sızı bırakmaz, tam tersine insan eski dediği şeyi hep geride bırakmak, yeni olana koşmak ister. Oysa bilmez ki yeni denen bir şey yok, o da insan icadı, yeniyi arayışı insanın zaman denilen gayya kuyusunda sonsuza sarkıtılmış bir halata tutunma çabasıdır, yolculuğun her merhalesinde eski biçimlerden değişmiş yeni biçimler çıkar karşısına ki, yeni dediğimizi aslında eskinin biçim değiştirmiş halinden başka bir şey olmasa gerek.

Bütün bunları bildiği halde insanlar, bugünden itibaren birbirlerine “yeni yılın mutluluk getirmesi” temennisine başladılar bile.

Mutluluk ve temenni… Temenni ediyoruz sadece, çünkü hepimiz biliyoruz ki mutluluk dala konmuş, yolumuzu gözleyen, ötüşü güzel bir kuş değil. Ama yine de onun varlığını varsayıyoruz. Sanıyoruz ki “Çok uzakta öyle bir yer var/ O yerlerde mutluluk var.” Biz sadece ona geç kalmış veya ulaşmak için bir çaba harcamamışız. Biraz zahmete katlansak varacağız ona.

“Öyle bir yer yok”, şairin düşündüğü “paylaşılmaya hazır hayat” bir safsatadır dersek, umuda kurşun sıkmaya kalkışmış oluruz ki, kimse kolay kolay umuda silah çekmez. Çünkü onu kaybettiğimiz anda amaçsız kalır, ölürüz, hayat biter, insanı ayakta tutan tek şeydir umut.

Bu geleneği bıraksak, sadece yılda bir kez, yılbaşında birbirimize “mutlu yıllar” demesek, her sabah kalktığımızda “mutlu günler” desek birbirimize ve bunu yılın 365 günü tekrarlasak ne olur sahiden? Hiçbir şey; tıpkı yılbaşında, mesela bugün birbirimize “mutlu yıllar” dediğimiz halde yeni yılın mutluluk getirmeyeceğini hepimizin bilmesi gibi.

*

Hayatında hiç plastik bir nesne görmemiş, uzun ömrü doğanın verdikleri içinde geçmiş, 1990’lı yıllarda köyleri devlet zoruyla boşaltılınca mecburi şehre gelmiş yaşlı bir kadın arkadaşının yaşadıklarını annem anlatmıştı bana. Oğlu bir gün çarşıdan aldığı bir deste yapma, plastik çiçekle gelmiş eve. Onları evin bir köşesine bırakmış. Çiçekleri o halde gören kadın üzülmüş, almış onları, toprakla dolu bir tenekeye koymuş ve ilk suyu, can suyunu vermiş onlara. Sonra her gün tıpkı köyde yaptığı gibi o çiçekleri sulamayı kendine iş edinmiş. Evine kimin yolu düşse önce çiçeklerini göstermiş. Çiçeklerin o kadar canlı, o kadar diri kalmalarını onlara gösterdiği şefkate bağlamış. Öyle ya, çiçeklere bakmazsan, onları her gün sulamazsan, arada bir güzel sözler söylemezsen solup giderler. Kadının çiçekleri, ölünceye kadar hiç solmamış. Tek mutluluk kaynağı olan yapma çiçeklere gösterdiği özen onu biraz daha hayata bağlamış…

Ömrü çiçekler arasında geçmiş bir kadın plastik çiçekleri gerçeğinden ayırmaz mı diye soracaksınız. Haklısınız, aynı soruyu ben de sormuştum anneme. Annem, “bilmez mi, bilir tabi, ama umut dediğimiz tam da budur oğlum” demişti bana.

*

Sahi, mutluluğun keşfi diye bir an var mı? Tarihimizin hangi döneminde girmiş hayatımıza acaba? Günün birinde bizi terk edip gidebilir mi? Yani bir başlangıç ve bitiş tarihi var mı mutluluğun?

*

Mutluluk, başlayıp devam eden bir süreç değildir. Bir andır. Bazen çok kısa bir an… Bir deklanşöre basma anında duyulan “klik” sesine benzer mutluluk. Gelip geçer. Bazen bir kuşun kanat çırpmasıdır, parmağı annesinin elinde bir bebeğin ayağa kalkma anıdır mutluluk, ağzından çıkan ilk kelimedir (kelimenin nasıl bir kelime olduğu mühim değildir), bir kuşun ötüşüdür bazen, bilince akan bir şiir dizesidir, bir omuza konan baştır bazen, bazen bir bekleme yerinde, tren garı olsun, havaalanı olsun, otobüs terminali olsun beklediğinle karşılaşmadır; bir dalganın kıyıya vurmasıdır bazen, bazen gökten iplik iplik ay ışığının denize dökülmesidir; uzaktan gelen bir türküdür bazen (Arguvan olsa çok daha iyi!), bazen ıssız bir ormanda duyulan ince bir su sesidir; listeyi sabaha kadar uzatmak mümkün, demem o ki mutluluk bir andır, devam eden bir merhale değil…

*

Biz modern zamanların insanları, eski zaman insanlarından daha mı mutluyuz dersiniz. Misal bundan otuz bin yıl önce mağaralarda yaşayan atalarımız mı daha mutluydu, yoksa asri zamanlarda modern apartmanlarda, akıllı evlerde, muhteşem villalarda, tek katlı bahçe içindeki küçücük evlerimizde, içinde soğuk ve sıcak suların ayrı ayrı aktığı, soba derdi olmayan, pişen yemeklerin kokusunun eve dolmadığı huzurlu barınaklarda yaşayan bizler mi?

Ayda rüzgâr yok, bu yüzden Neil Armstrong’un ilk adımının (eğer gerçekten de oraya gittiyse) ayak izi hâlâ duruyormuş orada, ilk günde olduğu gibi sapasağlam hem de... Bundan 30 bin yıl önce mesela Chauvet Mağarası’na elinin resmini kazıyan isimsiz avcının eseri de... Kâinat var oldukça, ikisi de duracak oralarda bu durumda.

Günümüzün büyük alimi Harari -ki o da Gazze meselesinde kendi çağının birçok entelektüeli gibi vicdanını Tel Aviv’e sattı- bir ara pek meşhur olan kitabı “Sapiens”te şu suali soruyor gayet haklı olarak:

Eğer Ay’a ilk ayak basan Armstrong, bundan 30 bin yıl önce mağaraya elini çizen isimsiz ilkel avcıdan daha mutlu ölmediyse; bütün bu tantanaya, bu sanayi, bu bilişim devrimlerine, internete, yapay zekaya, bu kanlı savaşlara, bu şaşalı hayatlara, bu yoksulluğa, bu altüst oluşlara, bu depremlere, onca kanlı kavgaya, onca baş ağrısına, onca gözyaşına, onca sevince, inşa edilmiş, sonradan yıkılmış onca şehre, kurulup yıkılan imparatorluklara, piramitlere, gökdelenlere, deniz altlarına, ses sınırını aşan uçaklara, onca yasaya, anayasalara, hayat kurtaran tıbba, bilimsel gelişmelere, canlı bombalara, diri diri yakılan insanlara, vaat edilen özgürlüğe, muhayyel demokrasiye, sömürü düzenine, özgür gelecek vaadine, sinemaya, edebiyata, şiire, müziğe ne gerek vardı sahiden?

Sorunun cevabı yok bende ama bir şeyler daha söylemeden bir parantez farz oldu burada.

*

Neil Armstrong dedim de... 20 Temmuz 1969’da arkadaşı Buzz Aldrin’le birlikte ilk defa Ay’a ayak basacak Neil Armstrong ile astronot arkadaşları yolculuğa çıkmadan önce Vahşi Batı’da, Ay’a benzer bir çölde eğitim gördüler. Burası bir Kızılderili bölgesidir. Bir Kızılderili şefi ile astronotlar arasında geçen güzel bir hikâyeyi, yine Harari aktarıyor bize.

Çölde astronot kıyafetleri içinde bir ileri bir geri gidip gelen o yaratıkları görünce, ormanın derinliklerinde onları gözleyen Kızılderili Şefi saklandığı yerden çıkar, gider yanlarına, günlerdir burada ne yaptıklarını sorar. Astronotlar da yakında Ay’a gideceklerini, o yüzden burada talim gördüklerini söylerler. Kızılderili Şefi, bu habere pek sevinir. Zira Kızılderililer Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanırlar. O yüzden Şef, astronotlara giderlerse eğer oraya oradakilere bir mesaj iletmelerini ister. Astronotlar da kabul eder, Şef kendi dilinden bir şeyler söyler, astronotlar hiçbir şey anlamaz, uzun süre uğraşarak sözü ezberlerler. Sonra da anlamını sorarlar, Şef anlamını söylemeyeceğini, bu mesajın kendi kabilesiyle Ay’daki kutsal ruhlar arasındaki bir sır olduğunu söyler. Astronotlar şefin mesajını üsse getirirler, çözmesi için yerlilerin dilini bilen birini bulurlar. Herkes merakla gizli mesajın anlamını beklerken, çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. Sakinleşince de astronotların büyük bir dikkatle ezberledikleri mesajın anlamını açıklar onlara:

“Bu adamların size söylediği hiçbir şeye sakın inanmayın. Topraklarınızı çalmaya geldiler!”

*

İki yüz küsur yıl önce ipini koparmış bir sürü ipsiz sapsızın uçsuz bucaksız denizi aşarak gelip “topraklarını çaldıkları” mutlu Kızılderililer, başka bir “mutluluk arayışı” peşindeki beyaz adamın gelişiyle birlikte mutluluklarından oldular; mutlu yaşamak için oraya gidenler ise bulabildikleri mısır, fasulye, domates, kabak gibi bugün hayatımızın vazgeçilmezleri arasında yer alan sebzeler ve küpler dolusu altınla birlikte geri geldiklerinde kime “mutluluk” getirdiler dersiniz?

Hayatımıza giren her yenilik, vuku bulan her devrim bize daha büyük bir mutluluk vaat ederken tam tersi oldu galiba, yeni mutsuzlukların da sebebi oldu bütün bu muazzam gelişmeler.

“Tek yol devrim” diyerek bize gelecekte daha mutlu günler vadedenlerin, misal 17 Ekim Bolşevik Devrimi’nin sonuçlarını çok iyi idrak ettiklerini sanmıyorum. Bolşevikler Çar’ı devirdiler, milyonlarca zenginin kafasını kestiler, bütün toprakları devletleştirdiler, her şeyi evinin önünü süpürmekten aciz lümpenlerin, köylülerin hizmetine verdiler, hülasa milyonlarca insanı öldürerek milyonlarca insana “mutluluk” getirdiklerini söylediler. Ama aradan çok geçmedi, devrimden önce Çar’dan nefret edenlerin sayısı ne kadarsa, Stalin döneminde de ondan nefret edenler bir o kadar, belki de daha fazlaydı.

Demek ki mutluluk, vaat edilerek getirilen bir şey değildir.

*

Peki, nedir mutluluk?

Mutluluk, bir insanın hayatını “anlamlı ve değerli” görüp görmediğiyle ilgili bir şey olsa gerek. Etrafınıza bakın şöyle, elinizi sallasanız önemli insana değecek, ama değerli insanın sayısı o kadar az ki... Hayatlar da böyle... Hayatınız birilerinin gözünde “önemli” mi, sizin gözünüzde “anlamlı ve değerli” mi? Bu soruya cevap bulduğunuzda “mutlusunuz” bence. Hani feylesof Nietzsche’nin vecizesindeki gibi, “yaşamak için bir sebebiniz varsa, her şeyle baş edebilirsiniz.”

Anlamlı bir hayatınız varsa, hiçbir şeyiniz yoksa da mutlusunuz; ama hayır anlamsız bir hayat sürdürüyorsanız, her şeyiniz olsa bile mutsuzluk içinde debelenip durursunuz.

Herkes gibi yaşıyorsanız ama hiç kimse gibi değilseniz, içiniz rahat olsun, mutlusunuz!

Hep birlikte mutlu bir hayat aramak... İşte o çok zor!

Yine de mutlu yıllar hepinize!

*

(Not: Bu yazının kısa bir versiyonunu yıllar önce yazmıştım. Her sene, biraz değişiklikle yeniden yazıp yayınlıyorum. Ama bitiş cümlesi hep aynı kalıyor.)

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp