Top
24/12/2023

Cennete giden yol!

Çocukluğu doğayla iç içe, toprakla, hayvanla, nebatatla hemhal bir şekilde geçmiş olup da hayvanlara eziyet etmeyen çocuk yoktur herhalde. Her ne kadar sizi büyütenler tarafından sıkı sıkıya tembihlenmişseniz de mutlaka bir kuşun yuvasını bozmuş, arıların girip çıktığı duvar deliğini sıvamış, karınca yuvasının ağzını tıkamış, kaplumbağanın sert kabuğunu büyük bir güçle taşlarla kırmış, bir kediyi öldürmek için kovalamış, hiç olmasa mutlaka bir kuş avlamış veya avlamaya kalkışmışsınızdır çocukluğunuzda.

İdrak yeteneğiyle ilgili bir mesele mi, gücünü zayıfın üstünde deneyerek ispat etme dürtüsü mü bilemem, belki de bu davranışın sebebi insan dışında diğer mahlukatın da canı olduğu, onlara eziyet etmenin günah ve suç olduğunu henüz bilmediğinden öyle davranır çocuk. Yoksa aklı başında bir insan kanatlı bir böceğin gerisine diken batırıp onu bir helikoptere dönüştürmeye kalkışır mı?

Bazen de bazı hayvanları öldürmenin sevap olduğu anlatılır çocuklara. Mesela yılan, mesela kertenkele… Özellikle yılan düşmandır ve görüldüğü yerde başı ezilmelidir… Kutsal kitaplarda lanetli hayvan olarak geçer. Cennette Havva’ya yasak meyveyi o yedirmiş, ilk günahın işlenmesine o sebep olmuştur. Karnının üstünde sürünmesi ve yaşadıkça toprak yemesi Tanrının ona verdiği bir cezadır. Ama başka bir efsanede de Tufan efsanesinde mesela, Nuh’un gemisinde oluşan ilk deliğe kuyruğunu sokup suyun girmesini engelleyen yine odur; anlayacağınız yılan ya lanetlenmiş ya da kutsanmış bir hayvandır ama insanla ilişkisi hep netamelidir. İnsan gördüğü yerde kafasını ezer onun, o da bulduğu ilk fırsatta insanı topuğundan sokar.

İnsanla yılanın ezeli düşmanlığına dair binlerce hikâye vardır her halkın sözlü kültüründe. Yazılı kültürde de öyle; insan ile yılan kolay kolay birbirine güvenmez.

Mesela görüldüğü yerde kertenkelenin öldürülmesini mubah kılan hikâyede; Hazreti Muhammed’in kâfirlerden kaçarken sığındığı mağaranın ağzına örümcek çarçabuk ağını örerken, kertenkelenin mağaranın damına çıkıp kafasını sallayarak düşmanlarına “o içerde”işaretini vermesi, katli vacip olmasına yeterli sayılmış. Ayrıca Hazreti Ayşe’ye dayandırılan bir hadiste de İbrahim ateşe atıldığında bütün sürüngenler ateşi söndürmeye canla başla çalışırken kertenkele durmadan o ateşi üflemiş, bu yüzden görüldüğü yerde öldürülmesi mubahtır buyurmuş peygamber.

Bu hadisler ne derece doğru, işin erbabı bilir ama akla aykırı bir davranışı bir ilahi buyruğa, bir peygamber sözüne dayandırarak aklın sınırları içine çekmek insanın en kolay kaçış yollarından biri olsa gerek.

*

Çocukluğumuzda bize, günde yedi yılan öldüren, sorgusuz sualsiz, elini kolunu sallaya sallaya cennete gider demişlerdi. Haziran bir hışımla gelirdi. Otlar çabucak kavrulurdu sıcaktan. Güneş kızgın taşları fırında yanmış gibi ısıtırdı. Her tarafı cırcır böceklerinin sesi kaplar, çekirge orduları devrile devirle ekinlere hücum eder, yılanlar da sıcağı sevdiklerinden deri değiştirmek için güneşin bağrına uzanır, bir zamanlar burada bizimle birlikte yaşamış ama daha sonra kovalanmış Nasturiler’den kalma harabeler yılanla kaynardı.

O sırada çeltik tarlalarında birikmiş su ısınmış, çeltikler su yüzüne çıkmak üzeredir. Birbirine bitişik yüzlerce sıcak su havuzundan oluşan çeltik tarlaları yılanlarla dolardı. Ucu çatallı değnekler elimizde, kafileler halinde biz çocuklar yılan avına çıkardık. Tarlanın kenarında arka arkaya dizilir hep birlikte bir ıslık tuttururduk. Islık sesini duyan yılan suyun içinde kafasını dışarı uzatırdı, böyle böyle bir sürü yılan… Ucu çatallı değneği taşıyan yılanın belinden kavrar, değneğe sarar, dışarı çıkarır, diğerleri de elindeki sopayla kafasını ezerdi. Bu şekilde mutlaka yedi sayısını tamamlar, öldürdüğümüz yılanları getirip bir büyüğümüze gösterir, cennetin kapısında bize şahitlik yapmasını ondan isterdik.

İhtiyar bir adam vardı, böyle yüzü çilli, derisi sarkmış, gözleri pörtlek çirkin bir adam, köy köy gezer, misafir olduğu evlerde tuhaf hikayeler anlatırdı. Böyle değnek üzerinde taşıdığımız ölü yılanları görünce bize alaycı, hafif küçümser bir bakış atar, “Siz yılan öldüre durun, avın büyüğü bende, ben sizden önce cennete gideceğim,” der, arkasını dönerek giderdi.

*

Anlattığım bütün bu hikayelerin muhtemelen güçle ilişkisi vardır. Güçlü olanın zayıfı ezmesiyle… Güçlü olan bunu hep yapar çünkü. Hatta çoğu zaman güçlü olan bunu çok kaba, çok vahşi bir biçimde yapar. Elleri kolları bağlı, Filistin askısına asılmış bir insanın işkencecisi karşısındaki çaresizliği ile, kendisinden çok küçük, çok zayıf ancak yere uzanırsa bir parça onun seviyesine gelebileceği muhakkak olan bir hayvanın gördüğü eziyet karşısındaki çaresizliği aynıdır. İkisi de sadece umarsızca sesler çıkarırlar o kadar.

Modern edebiyatta Kafka; insanın bu zalim yanını, okkalı bir tükürük yapıp yüzüne fırlatmak için küçük olana, zayıf olana, çaresiz olana dönüşür eserlerinde. O Kafka ki kaba güçten nefret ederdi; tiksinirdi güçlü olanın zayıfı ezmesinden, başta istemediği bir hayatı kendisine dayatan babasından, işini gördürmek üzere daireye gelen gariban bir işçiye bir köylüye üstten bakan kaba, kibirli, küçük dağları ben yarattım diye bakan idareciden, müdürden, şeften ikrah ederdi … Hepsinden iğrenirdi ama onlara karşı çıkacak güç de onda yoktu. O halde tek çare elindeki en büyük silahı, edebiyatı kullanmak… Tiksindiği, nefret ettiği o kaba güce bu silahla karşı koymak. O zamana kadar denenmiş hiçbir tekniğe başvurmaz, kendi bulduğu yolu seçer. Yazı yoluyla kaba olanın, güçlü olanın, elinde değnek olanın karşısında küçülmek (burada “küçülme” kelimesi “ezilmeyi, hiç olmayı” ihtiva etmez, gerçek anlamda “küçülme” anlamındadır), ufak olmakEn doğru terimle bir hayvana dönüşmek… Böylece Canetti’nin deyimiyle “kendisi ile güçlü arasındaki” mesafeyi bir hayli arttırmak… Elias Canetti’ye göre, kendisini dönüşmekten hoşlandığı küçük hayvancıklara, zararsız yaratıklara dönüştürerek hem tehlikenin gözünde önemsiz bir hale gelir, ondan kurtulur hem de kendisi güç kullanmaktan kurtulmuş olur.

Kafka, arkadaşı Max Brod’a yazdığı bir mektupta bu “dönüşüm” hikayesini şöyle anlatır:

“Bir gezinti sırasında köpeğim, yolu geçmek isteyen bir köstebek yakaladı. Sürekli olarak üstüne atlayıp sonra yine bıraktı, çünkü köpeğim henüz genç ve korkak. Önceleri gördüklerimden neşelendim ve neredeyse çaresizlik içinde, boşuna çabalarla yolun sert zemininde bir delik arayan köstebeğin heyecanı hoşuma gitti. Ama ansızın, köpek ön ayağını uzatıp yine vurduğunda, köstebek bağırdı. Kıss, kıss diye bağırıyordu. Ve bana öyle geldi ki -hayır öyle gelmedi, bir yanılgıydı bu, çünkü o gün başımı çok ağır hissediyordum; evet akşam sanki çenem göğsümdeymiş gibi geldi.”

Köpek Kafka’nın köpeğidir. Efendisi odur. Köstebek ölüm korkusu içindedir, saklanacak bir delik arıyor, efendiden değil köpekten korkuyor köstebek. Küçücük hayvanın karşısında heybetli duran köpeğin efendisi Kafka, önce hayvanların didişmelerinden eğlenir, onlara güler. Köstebek çaresizdir, köpeğin efendisinden yardım talep edecek hali yok, dua edecek bir dili de yok, çaresiz, tıpkı Filistin askısındaki adam gibi, tıpkı dairede dilekçesini kabul etsin diye kasketi elinde, eli önünde bağlı, müdüre çaresiz gözlerle bakan köylü gibi, anlaşılmaz sesler (burada kıss) çıkarır.

Canetti, bu hikâyede Kafka’ya Tanrı görevini verir. Tanrıyı etkileyen tek şey, köstebeğin çığlıklarıdır. Çünkü burada gücü elinde bulunduran odur, köstebeğin hayatı onun elinde, yaşayıp yaşamayacağına o karar verecek, o sırada Kafka en yüce olandır, gücün doruklarında dolaşıyor ve Tanrı onun varlığında cisimleşmiştir. İşte tam o sırada Kafka kendini bir köstebeğe dönüştürür. Kölesi olan köpekten korkmadan, bir köstebek olmanın ne demek olduğunu iliklerine kadar duyumsar, “çenesi göğsündeymiş gibi hissetmesi” bundandır.

Küçük hayvanları görebilmek için insan onları gözlerinin hizasına getirmek zorundadır. Kendisi yükseltir onları, kendisiyle eşitler. Yere eğilirse insan, küçük hayvanlar hakkında pek bir malumat sahibi olmaz. İnsanın küçük hayvanları göz hizasında incelemesi, Kafka’nın edebiyatında onları “büyütme” şeklinde tezahür eder; “Dönüşüm” romanında Gregor Samsa’nın bir sabah uyanınca kendini kocaman bir hamamböceğine dönüşmüş halde bulması gibi…

*

İçinde küçük hayvanların çekirgelerin, karıncaların, arıların bir insanı aralarına alıp, onunla kendileri de insanmış gibi ilişki kurdukları, konuştukları hikayelerin Çinlilerde çok yaygın olduğunu belirten Canetti, Kafka’nın edebiyatta yararlandığı “küçük olana dönüşme” aracını en iyi kullananların Çinliler olduğunu söyler. Çinlilerin hayatında ve edebiyatında böcek önemli bir yer tutar mesela. Vakti zamanında en sevdikleri hayvan çekirgeymiş. (Moğollar, Mezopotamya’ya doğru sefere çıktıkları günden beri arkalarında kalan efsanelerde, orduları hep “çekirge sürüsüne” benzetilir. Derler ki, Hülagu Bağdat seferine çıktığında, önüne iki milyon esir Çinliyi katmıştı. Kısa boyları, ok ve yayları, boylarını bir hayli aşan uzun mızraklarıyla uzaktan bakıldığında demek ki gelmekte olan bir çekirge sürüsüdür sanısına kapılmış insanlar!)

Biz dönelim Elias Canetti’nin anlattığı Çinlilerle çekirgelerin hikayesine… Onuncu Yüzyılda hüküm sürmüş Sung imparatorluğu döneminde çekirge yarışları, en revaçta olan yarışlarmış. İnsanlar bu amaçla çekirge besler ve onları kışkırtacak şekilde eğitirlermiş. Çekirge sahipleri, onları içi boşaltılmış cevizlere koyar, cevize bir ip geçirir, boyunlarında taşırlarmış. Yanlarına da beslenmek için yiyecek koyarlarmış. Mesela, ünlü bir çekirgenin sahibi, sivrisineklere kendi kolundan kanını emdirmiş, sivrisinek kanla dolduktan sonra onu parçalayarak, savaşma hırsını güçlendirmek için çekirgesine yedirirmiş. Çekirgeler, bu iş için özel olarak geliştirilmiş küçük fırçalar yardımıyla kışkırtılır, savaşa hazır hale geldiklerinde sahipleri yere karın üstü uzanarak onların cenge duruşlarını izlerlermiş. Bu yarışlarda büyük bir başarı göstererek bütün rakiplerini ekarte eden bir çekirgeye, Çin tarihine geçmiş büyük bir komutanın onurlandırıcı adı verilmiş; bununla da çoktan ölmüş olan o büyük kahramanın ruhunun şimdi bu güçlü çekirgenin bedeninde yaşadığına inandıkları için yapmışlar. Onlara göre bu son derece rasyonel ve doğru bir davranışmış, zira Budizm etkisiyle, ruhların beden değiştirdiğine dair inanç Çin’de çoğunluk tarafında da kabul gören bir inanıştır. İmparatorun sarayında çekirgenin sürüsüne bereketmiş. Umut vaat eden çekirgeler için ödenen meblağ bir hayli yüksekmiş. Derler ki, Sung döneminde imparatorluk Moğol saldırısına uğrar. O sırada Çin ordularının başkomutanı karın üstü yere uzanmış bir çekirge kavgasını izliyormuş. Düşman saldırısının haberini o haldeyken almış. Ama çekirge dövüşü bir türlü bitmek bilmiyor, düşman da yaklaştıkça yaklaşıyor, komutanın hangi çekirgenin üstün geleceğini mutlaka görmesi gerek, dövüş uzar, Moğollar başkente girer, çekirge dövüşü bitmez, şehir düşer çekirge dövüşü bitmez, dövüş bitip de komutan ayağa kalkığında Sung İmparatorluğu’nun da çoktan sonu gelmiş.

Sung İmparatorluğu’ndan önceki Tang döneminde çekirgeleri cırıltılarından dolayı küçük kafeslerde tutarlarmış. Canetti der ki:

“Ama çekirgeler ister cırladıkları sırada daha yakından izlenebilsinler diye yukarı kaldırılsınlar, ister değerliliklerinden ötürü göğüste taşınıp, yuvalarının iyice temizlenebilmesi için dışarı çıkartılsınlar, her iki durumda da Kafka’nın öğütlediği gibi göz hizasına kaldırılmış olurlardı. İnsanlar onları kendileriyle tamamen aynı düzeyde görürlerdi ve çekirgeler dövüşecekleri zaman insanlar da diz çöker ya da yere, onların yanına uzanırlardı. Ama bu çekirgelerin ruhları, büyük kumandanlarının ruhlarıyla ve onları dövüşlerinin sonucu insanlara büyük bir imparatorluğun yazgısından daha önemli görünürdü.” (Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, s.270-273, Sel Yayıncılık)

*

Kafka sadece insanın hayvana “dönüşüm” hikayelerini anlatmadı, hayvanın insana dönüşümü de ana temaları arasındadır bu büyük yazarın.

“Akademi İçin Bir Rapor” hikayesi, böyle bir hikayedir mesela. Bir maymun insana dönüşür hikâyede. “Akademi” üyeleri de o maymundan, adıyla sanıyla Rotpeter’a (bir diğer adı Kızıl Peter) dönüşmüş olan maymundan, bu süreci kendilerine anlatmasını isterler. Hikâyeyi insana dönüşmüş olan maymun anlatır kurul üyelerine.

Maymun insanlar tarafından Afrika’da yakalanmış, sarhoş gemicilerin gözetimi altında, daracık bir tahta sandıkta gemiyle Hamburg’a getirilmiş. Kafesteyken bir çıkış yolu arar maymun. Sonunda en iyi çıkış yolunun insanları taklit etmek olduğuna karar verir. Daha gemideyken bu yolu denemeye başlar, tıpkı insanlar gibi el sıkışmayı, tükürmeyi, içki içmeyi öğrenir. Aslında o maymunluğundan memnundur, hiç de insanlaşmaya niyeti yoktur, insanlar ilgisini çekmiyor, bütün bunları bir “çıkış yolu” aradığı için yapar, yani insanları taklit eder. İlk terbiyecisine teslim edilir. O sırada önünde iki yol olduğunu anlar; ya hayvanat bahçesinde bir kafese kapatılacak ya da sahneye çıkacak. O ikinci yolu seçer, bunun için büyük bir gayret sarf eder, kısa bir süre zarfında ortalama bir Avrupalının kültür seviyesine ulaşır. Daha sonra da çıktığı sahnede gösteri yapmaya başlar. Bundan sonra kim tutar onu! O artık her akşam şölenlere, bilimsel toplantılara katılır, kendisini buraya getiren şirketin patronu gibi hatırı sayılır şahsiyetlerle kadeh tokuşturur, eş dost sohbetlerine katılır, itibar görür, “başarmış” bir insan olur çıkar. Bu sayede şimdi de bir bilim akademisi önünde konuşma yapma “şerefine” nail olmuş, onlara “başarı hikayesini”, geçirdiği değişimin kendisine kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini anlatır.

Sonunda hedefine ulaşmıştır ulaşmasına da üzerine sinmiş olan insanlık kokusu ile ondan çok uzakta kalmış olan anavatanının birbirine karışmış olan kokusu onu tiksindirir. “Ben, özgür maymun, bu boyunduruk altına girmeye razı oldum. Ama bu da anılarımın kapılarının bana giderek daha çok kapanmasına yol açtı,” der.

Aslında Kafka bize bir maymunu değil, bizden birisini, bir insanı anlatır. Tiksindiği kapitalist düzende ortalama bir insanın yükseliş hikayesidir bu hikâye, buna “başarı öyküsü” diyorlar o düzen kurulduğu günden beri.

*

Elimizde ucu çatallı değneklerle, çeltik tarlalarında avladığımız yılanları birisine gösterip cennet yolunda bir şahit bulmanın sevinciyle geçti o yaz. Kış önce soğuk, sonra karla geldi, sanki papatyaları ters çevirip gökyüzünden aşağı dökmüşler gibi yağıyordu kar. Yollar kapalı, küçücük köyün her tarafını ıssızlık kaplamış, eziyet edecek hiçbir küçük hayvan yok artık ortalıkta, serçeler hariç. Toprak damın saçakları altında sığınacak yuva yapmışlar, ama çocuklar zalim, karın üstüne serpiştirilmiş darının üstünde bir elek, eleğin altında bir değnek, değneğe bağlı bir ip, ip pencereden içeri uzanıyor, ucu benim elimde… Darıya koşuyorlar küçük, aç hayvanlar, ipi çekiyorum, alayı eleğin altında hapis...

Ama o küçük hayvanları avlamak yasak, “onları avlarsan cennet yolu değil cehennem yolu görünecek sana” demiş bana büyüklerim, bu yüzden yaptığım sadece bir oyun, sonra gidip eleği kaldırıyorum, kuşlar özgür…

Akşam yemeği yenmiş, köydeki bir evde bir misafir var, gece bir hikâyeye gebe, gelen her misafir mutlaka bir hikâye getiriyor, hep birlikte o eve doluşmuşuz. Yazının başında, yazın öldürdüğümüz yılanlarla alay eden aynı ucube herif var o evde… Ayağa kalkış, kapının önündeki ayakkabıları var gücüyle kapıya fırlatarak bir hikâye anlatıyor. Ağzından köpükler saça saça öyle iştahlı anlatıyor ki, her lastik pabucun teki bir ağır gülle, kafir dedikleri yoluna çıkmış bir Nasturi köylü, kafasını ezerek öldürürse eğer kafiri, doğrudan cennete gidecek! Cennetin yolunu kendine nasıl açtığını anlatıyor o gece, işlediği cinayeti en ince ayrıntısına kadar canlandırarak…

Bizim öldürdüğümüz yılanlar ne ki onun öldürdüğü Nasturi kafirinin yanında! Onun şahide bile ihtiyacı yok!

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp