Top
20/12/2023

Bir Pazar kahvaltısı sohbeti!

Pazar günü maaile, Oğuz Atay’ın deyimiyle “büyük kahvaltıya” oturmuş, hem günün kalan kısmında kimin ne yapacağını konuşuyor hem de küçük dertlerimizden bahsediyorduk birbirimize. Oğlanın derdi bir an önce masadan kalkmaktı, arkadaşlarına verdiği sözü sırdı; kızımız ise hocasının dilbilgisi dersinde verdiği kompozisyondan bahsetmeye başladı benle annesine.

Hocasının sorduğu soru şuydu:

“İmkânınız olsa, zamanda geri veya ileri gidebilseniz, hangi devirde ve kiminle oturup sohbet etmek isterdiniz, neden?”

Böylesi anlarda ister istemez insanın aklı geriye doğru çalışır. Kim bilir belki de geçmişle ilgili bir parça malumat sahibi olmamız, gelecek ise tamamen belirsiz olduğu içindir. Geçmişte olup bitenlere, tarih bilimi sayesinde aşinayız büyük ölçüde ama gelecek öyle değil, gelecekle ilgili söylenen her şey izafidir, hayal ürünüdür, aklın sınırlarını zorlar.

Hocasının sorduğu soru aniden kahvaltı masamızda bir oyun aracına dönüştü. Kızın ne yazdığını öğrenmeden annesine sordum,

“Aynı soru sana sorulsaydı, cevabın ne olurdu?” diye.

Çok fazla düşünmeden, “1980’li yıllarda Meryl Streep’le oturup bir öğlen yemeği yemek hiç fena olmazdı,” dedi gülümseyerek.

“Neden Meryl Streep?” dedim.

“Hayatta başarı denilen bir şey varsa galiba ondan başka çok az insan ulaşmıştır buna” dedi ve devam etti. “Bir kere yüzündeki o hüzünlü tebessümün kaynağını merak ediyorum en çok. 1978’de evlenmiş, hâlâ aynı adamla. Oyunculuğa başladığı günden beri hep çıtayı bir santim yukarıya koymuş. Hiç Oscar’a doymamış ama hiç hırsları olan, yırtınan aman şunu da kazanayım diyen bir görüntü sergilemiyor. İşini ve aile hayatını mükemmel bir şekilde birlikte yürütmüş. Hem durmadan Oscar kazanmış hem de çocuk büyütmüş. Ve en önemlisi yüzünü estetikle tanınmaz hale getirmemiş, karşımıza nasıl çıktıysa hep öyle… Bu yüzden bir yemekte, karşısına oturup hayata bu mükemmel kafa tutuşunun sırrını anlatmasını isterdim.”

Sıra bana gelmişti galiba. Kızımız sürdürdü oyunu:

“Peki baba ya sen? Sen kiminle, ne zaman sohbet etmek isterdin?” diye sordu.

Karım konuşurken, sıranın bana geleceğini bildiğimden hafifçe gardımı almıştım. Fazla düşünmeden, “1900’lü yılların başında Viyana’da, Franz Kafka’yla bir kafede oturup birkaç saat onu dinlemek isterdim,” dedim.

“Neden bin dokuz yüzlerin başı ve neden Kafka?” sorusuna uzatmadan cevap verdim. (Yazarken ister istemez uzadı.)

*

1900’lü yılların atmosferini, edebiyatta en iyi Stefan Zweig “Dünün Dünyası-Bir Avrupalının Anıları” (İletişim Yayınları) kitabında anlatır. Çok değil, onun payına düşen o kısacık ömrün en verimli döneminde Nazilerden kaçıp dünyanın öbür ucuna gitmişken bile o travmayla yaşayamayacağına inandığından karısıyla birlikte intihar eden Zweig, benim Kafka’yla oturup sohbet etmek istediğim Viyana’da o sırada çocukluğunu bitirmiş, ilk gençliğin bütün o gökyüzüne koşan uçarı yıllarını yaşıyordu.

Anlattığı yıllar muhteşem yıllar olsa gerek…

Savaşlar geride kalmıştı. 19. yüzyıl “insanlığın daha ergenliğe ulaşmadığı, yeterince aydınlanmadığı” bir yüzyıl olarak geride kalmıştı. 20. yüzyıl büyük bir umutla gelmişti. Birkaç sene içinde kötülük zorbalık ilelebet yok olup gidecekti. İlerleme fikri, dinin yerine geçmişti. Bilim ve teknikte her gün ortaya çıkan yenilikler, Avrupalılara İncil’den daha fazla umut veriyordu. Geceleri sokakları artık soluk ışıklar değil elektrikli lambalar aydınlatıyordu. Dükkanlar ana caddelerden kenar mahallelere doğru genişliyordu. Telefon girmişti insanların hayatına, artık uzaklardaki akrabalarla, sevgiliyle konuşulabiliyordu. Uçak icat edilmişti, insanlar havada uçuyorlardı, İkarus’un rüyası gerçekleşmişti. Konfor, aristokrasinin malı olmaktan çıkıyor, sade vatandaşın da evine giriyordu, kuyudan su çekme dönemi kapanıyor, ocakta ateş yakma zahmetine katlanılmıyor, evlere su ve havagazı giriyordu. Herkesin tuvaleti evindeydi artık, sokaklar temizleniyordu. Sporu keşfediyordu insanlar, vücutları güzelleşiyor, güçleniyor, daha sağlıklı görünüyorlardı. Sokaklarda can çekişen engelli insanların sayısı azalıyordu ve bütün bunlar “ilerlemenin baş meleği sayılan bilim sayesinde” oluyordu. Birey hakları genişliyordu, hukuk sistemi daha yumuşak daha hümanist bir niteliğe bürünüyordu. Seçme ve seçilme hakkı kitlelere yayılıyor, kitlesel yoksulluk azalıyor, kişisel hakların yasal yollarla savunulmasının önü açılıyor, işçilerin daha iyi şartlarda çalışabilmesinin yolları araştırılıyordu. Yeni bir savaş insanlığa çok uzaktı. “Avrupa halkları arasında savaş gibi, barbarlığa geri dönüş sayılabilecek bir olguya, ancak cadılara ve hayaletlere inanıldığı kadar inanılıyordu” artık.

Büyük yazarın tasvir ettiği bu atmosfer çok değil on, on beş yıl içinde yeni bir cihan harbiyle altüst olacak, peşinden yeni felaketler altüst olan “o güvenli dünyanın bir düşler aleminden ibaret olduğunu” insanlık çabucak öğrenecekti. Dünya en acımasız, en kanlı yüzyıldan birisine doğru adım adım ilerliyordu.

İşte, henüz yeni bir savaş insanlığın uzağının yakınındayken, o naif, umutlu, her gün hayatlarına giren yeni bir yenilikle şaşıran umutlu insanların dünyasında, sokaklarında müzik notaları uçuşan Viyana’nın bir sokağında, bir kafede Kafka’nın karşısına geçip onunla sohbet etmek ne güzel olurdu!

*

Ama diyeceksiniz ki Kafka, bir iyimser değildi. Haklısınız. Zweig’ın bahsettiği o umut dolu, muhteşem huzurlu yıllarda onun ruhunda fırtınalar kopuyordu. İyimser değildi ama kötümser de değildi. İyimserlik çare arayanların işidir, o bir çare peşinde değildi ki iyimser olsun. Ama dünya saçma bir yer de değildi, bunu hiçbir zaman kabul etmediği için de kötümserliği uzaklaştırmıştı kendisinden; kadere boyun eğmek de onun işi değildi.

Bir devrimci de değildi. Eserlerinde kimseyi kavgaya çağırmadı. Hiçbir yol ve yöntem önermeye kalkışmadı. Kitlelerin gücüne inanmıyordu çünkü. Kitle ateşti, ateş her şeyi yakabilirdi. Ama bir karşı devrimci de değildi. Baskıcı kurumlara kin besliyordu, kapitalizm baş düşmandı, Cihan Harbi bittiğinde herkes sevinip kepleri havaya atarken o sevinmiyordu, ona göre savaş bitmemişti, savaş şimdi başka araçlarla devam edecekti, silahlı kuvvetlerin yerini bankalar alacaktı.

Bir tanrıtanımaz da değil. İç evreninde tanıdığı bir Tanrı vardı. Yahudi dininden, okumaktan bıkmadığı Dostoyevski’den ve İncil’in karışımından bir dindi bu… Zinhar bir mistik değil, öteki dünya ile işi olmazdı. Goethe’ye karşı hudutsuz bir hayranlık duyuyordu, “Goethe bizimle, biz başka insanlarla ilgili söylenmesi gereken her şeyi söylemişti” ona göre.

Parayı seven, daha çok kazanıp güç biriktirmek isteyen tüccar bir Yahudi’nin oğluydu. Koyu dindardı babası, oğlunun kendisine benzemesini istiyordu. Yahudilikte baba kutsaldır, sözünden çıkılmaz. O da babasının üstünlüğünü kabul ediyordu ama ona benzemek istemiyordu, istese de olamazdı. Babasının iş yerinde çalışanlara karşı olan davranışları onu deli ediyordu. Bu yüzden bu bahiste kalbi babasının değil çalışanların yanında atıyordu.

Bir perakende giyim atölyesi vardı babasının, on- on beş işçi çalıştırıyordu, dükkânın logosu küçük bir kargaydı, Çekçede “kavka” deniyordu kargaya, halk ona “kafka” diyordu, soyadını bu kargadan almıştı.

Babası onun gözünde, kapitalizmin ürünü zorba, yabancılaşmış, acımasız düzenin yarattığı dünyanın remziydi. Bu dünyadan kaçmak istiyordu ama hayatına da babası yön vermişti. Hukuk okumaya babası zorlamıştı onu. Şimdi İşçi Kaza Sigortası şirketinde avukat olarak çalışıyordu. Düzenin dişlileri arasına girmiş, her gün o makinenin ona reva gördüklerini yaşıyordu. Arkadaşı Max Brod’a, “Bu işçiler ne kadar merhametli insanlar. Bir saldırıyla burayı başımıza yıkacaklarına, işlerini görelim diye bize yalvarmaya geliyorlar,” dedi.

Kendi evi yoktu, babasının evinde yaşıyordu. Eve geç kaldığında babasından azar işitiyordu. Onun kuralları geçerliydi evde, odasında ampulün ne kadar yanacağına babası karar veriyordu. Oysa o uykusuzluktan mustaripti. Onu bu duruma dünyanın hali getirmişti, yoksa bedensel bir hastalığı yoktu. Onu uyutmayan vicdanıydı. Bu halini, “Nocture” hikayesinde şöyle dile getirdi:

“Her yanda insanlar uyuyor. Bir küçük komedi bu, suçsuz yanılsama bu; katı yataklarda, katı damların altında, şiltelere uzanmış, ya da çarşaflara, yorganların içine büzülmüş uyuyorlar! Gerçekte, daha önceki gibi, nice sonra olacağı gibi, çölde toplanmışlar, bir açık hava kampı, sayısı bilinmez bir kalabalık, bir ordu, buz gibi bir göğün altında, kaskatı bir toprağın üstünde bir halk… Ya sen, sen uyanıksın, gece nöbetçilerinden birisin; yanan ateşten ayaklarına doğru salladığın meşalenin ışığında, her şeyi daha yakından görmektesin. Niçin uyanıksın? Birinin uyanık olması gerek, diyorlar! Öyle birisi gerek.”

Geceleri yaşıyordu, çoğu zaman karanlıkta sabahlara kadar oturmak zorunda kalıyordu.

Bu yüzden babasının yarattığı dünyadan kaçmak istiyordu. Ama babası izin vermeyince de o da kaçabileceği yeni bir dünya yaratmak zorunda kaldı kendine. Kendi içine kaçtı. İçine sürgün etti kendisini. Günlüğünde şunları yazdı:

“İşte o günden sonra ben de başka bir dünyanın yurttaşı oldum. İnsanoğlu için bir üçüncü toprak, Kenan eli mutlak umut bağlanan biricik toprak diye belirlenmiş olmalı gözümde.”

Kendine “iç dünyasında” yeni bir vatan yarattı. Memuriyetten arta kalan zamanlarda durmaksızın yazdı, babasına göre o hayatta başarılı olamamış, “yeteneksiz bir oğlan”dı.

Arkadaşı Brod’a -ki ölümünden sonra dört kitabı hariç ondan geriye kalacak ne varsa, mektuplar, günlükler, hikayeler, notlar hepsini yakmasını rica eder, ama o bunu yapmaz- bütün eserlerine “Babamın Dünyasından Kaçış” adını vermek istediğini söyledi.

Sonra oturdu, “Babaya Mektup” kitabını yazdı. Bu mektubu babası yerine “gizlice tek başına” onu babasına karşı “koruyan” annesine verdi. Açık bir mektuptu, günün birinde yayınlanacağını biliyordu. Mektubun adı, Oğuz Atay’ınkinin tersine “Babama Mektup” değil, “Babaya Mektup”tu. Mesafe koymuştu babasıyla arasına derdini anlatırken, “Çok Sevgili Baba” diye başladı mektubuna. Mektupta babasına, aslında yazdığı bütün kitapların kendisine bir sesleniş olduğunu söyledi, “Kitaplarımda senden söz ediyordum; senin göğsüne yaslanıp sızlanamadığım şeylerden ancak orada sızlanabiliyordum” dedi. Edebiyat tarihin en meşhur mektubudur, dünya edebiyatında birçok yazara ilham kaynağı olmuştur.

*

Kafka sürgün olmayan bir sürgündür. İçine sürgün etmiş kendini. Her yerde yabancıdır, gerçek yurdu iç dünyasıdır. Ama yine de aşık olduğu bir kadınla evlenerek gerçek hayata da katılmak istedi ama beceremedi, bu yüzden kendini, “içinde atalara, karı koca hayatına ve torunlara karşı büyük bir arzu duyan atasız, kadınsız ve torunsuz bir kişi” olarak tarif etti. Dünyası çatışmalar dünyasıydı, ikiye bölünmüş insanın dünyası, o dünyada insan adeta bilincini yitirmiş, karabasanlar gören, kimi zaman kendini dev bir hamamböceğine dönüşmüş bulan uykusuz, uyumsuz bir insandır. Josepk K. bir sabah nedensiz tutuklanır idama kadar gider, K. ne yapıp edecek o “Şato”ya girecek. Hayat dört tarafı gri duvarlarla çevrili bir labirenttir. Kapılar hiçbir yere açılmıyor diye arayıştan vazgeçecek değiliz. Yaşadığımız dünya böyle bir dünyadır, yaşadığımız dünyanın bir yansıması olan bu dünyayı kurduğu günden beri edebiyatta artık “kafakesk” diye bir tabir vardır.

“Bir yabancıdan daha yabancı yaşıyorum,” dedi. Yahudi’ydi ama o topluluktan kopmuştu, onları kıyasıya eleştiriyordu, Almanca konuşuyordu, Avusturya-Macaristan egemenliğindeki Prag’da yaşadı. Bu durum onda derin bir köksüzlük duygusu yarattı. Yahudileri “uyuz ırk” diye aşağılayan bir çevrede büyüdü. Almanca yazdı, kendini Alman dilinde bir “misafir” olarak gördü. Soyut bir yazar değildir, “kara” bir yazar hiç değildir. Bütün eserlerinde üç tema öne çıktı; “hayvanlar”, “arayış” ve “bitmemişlik”…

Dünyada yaşanan her türlü felaketten, her türlü çaresizlikten bir parça kendini sorumlu tuttu.

Yaşamayı severdi Kafka, hayata küskün bir münzevi değildi. Spor yapardı, jimnastik yapardı, koşardı, uzun uzun yürüyüşlere çıkardı. Yine de vereme yakalanmaktan kurtulamadı. Ama çok uzun bir süre hastalığa kafa tuttu. Günlüğünde dedi ki:

“Faydalı bir şey öğrenmeyişimin, buna sıkı sıkıya bağlı olarak kendimi her gün biraz daha bedence erimeye terk edişimin gerisinde bir dilek gizlidir belki. Sağlıklı ve yararlı bir insanın yaşama sevincinin beni yolumdan döndürmesini istemiyorum.”

Kendini edebiyatla var etmeye çalıştı. Gelenekler, devlet, aile, şirketlerin, devlet dairlerinin, resmi olmayan kuruluşların insanın üzerinde yarattığı tahribatın edebiyatını yaptı, ona göre “edebiyat sınırlara saldırmaktan başka bir şey değildi.” Onun kahramanları sistemin tehdidi altında şaşkın, korkuya kapılmış durmadan arayış içinde olan kahramanlardır. Yazdıkları tek bir kalıba sığmaz. Ne alışagelmiş klasik edebiyattı yazdıkları ne de fantastik hikayeler… Aslında bu dünyayı anlatır bize ama bizim algıladığımızdan çok farklı bir biçimde.

Borges'e göre Kafka'nın en tartışmasız becerisi, tahammül edilemez durumlar yaratmasıdır.

*

Kahvaltı masasında Kafka’yı bu kadar uzun uzadıya anlatmadım tabi. Karı koca ikimiz de kızımıza baktık. Kompozisyon dersinde kiminle ve hangi zamanda sohbet etmek istediğini yazmıştı acaba?

“Marilyn Monroe’yu yazdım,” dedi gülümseyerek. “En merak ettiğim yanı, sahiden de fotoğraflardaki kadar masum muydu? Bana anlatacağı çok şeyi vardı, kim bilir belki de mezara götürdüğü sırlarını paylaşırdı.”

Tam bu sırada oğlan masadan kalkarken, “Bana da sorsaydınız Adolf Hitler derdim,” dedi bir kahkaha atarak, “Abi, ne içtin de o kafaya geldin diye sorardım” dedi odasına giderken.

*

Yararlanılan Kaynaklar:

Roger Garaudy, “Picasso-Saint John Perse, Kafka” Payel yayınları

Gustav Janouch, “Kafka’yla Konuşmalar”, Bilgi yayınevi

Franz Kafka, “Babaya Mektup”, Zeplin

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp