Top
03/01/2024

Beş romancının tartışması ile iki yönetmenin cengi!

Türkiye 1959 yılını geride bıraktığında, o yılın edebiyat olayı kayıtlara “beş romancının tartışması” olarak geçer. Tartışmanın kayıtları Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas’ın Ankara’dan İstanbul’a taşıdığı ve kısa sürede solcu aydınların kendilerini ifade ettikleri bir yayın organına dönüşen “Pazar Postası”nda yayınlanır ancak tefrika tamamlanmadan dergi kapanır. Tutanakları, 1960 yılında Kemal Tahir’le Aziz Nesin’in birlikte kurdukları Düşün Yayınevi kitap olarak basar, kısa sürede baskısı tükenen kitabı 2023’te Hüsna Baka tekrar elden geçirerek yayına hazırlar ve Ketebe de ikinci baskısını yayınlar.

Orhan Kemal, Talip Apaydın, Fakir Baykurt ve Mahmut Makal, aralarına Kemal Tahir’i alır, “Allah yarattı” demez, girişirler. Allah için Kemal Tahir de şahane müdafaa eder kendini ve fikrini. Köyde doğmuş büyümüş, Orhan Kemal hariç diğerleri köy enstitülerinde okuyup yazar olmuş bu “öğretmen yazarlar”, o sırada pek revaçta olan köy romanlarının en önemli temsilcileridir ve en çok okunan yazarlardır. Hepsinin köy romanına bakışı birbirine yakın, ayrı duran tek yazar Kemal Tahir’dir. Bir tarafta Kemal Tahir var, karşı tarafta da diğer dört romancı…

Tartıştıkları meselenin ana fikri şu:

Bir yazar yaşamadığı, deneyimi olmadığı bir alanda roman yazabilir mi? Burada sözü edilen alan köydür. Beş romancı birbirlerine köyü kim yazar veya kim yazmalı sorusunu sorarlar. Köyde doğmuş büyümüş bir mi veya köyde uzun yıllar yaşamış biri mi daha iyi anlatır köyü? Köyle hiçbir bağı olmayan dışarıdan bakan biri köyü anlatmada başarılı olur mu?

Kemal Tahir hayatında hiç köy görmemiş, yaşamamış; hapishanede köylüleri tanımış ama peş peşe köy romanları yazmış. Olacak şey değil! İlk dört yazar köyde yaşamamış biri köy romanı “yazamaz” derken, Kemal Tahir, “yazabilir” der, “hem de daha iyi yazar…”

Yıldız Ecevit’in Oğuz Atay biyografisinde verdiği bilgiye göre açıkoturum Kemal Tahir’in evinde yapılır. Sait Barlas da var orada, dinleyici olarak Aziz Nesin de Oğuz Atay da… Nitekim tartışmanın bant çözümlerini daha sonra Oğuz Atay ile Doğan Dik yapar ve tartışmayı tefrika olarak yayına onlar hazırlarlar.

Kemal Tahir hariç, diğer dört yazara göre roman yazmak, memleketin kalkınmasına katkı yapmaktır. Çünkü roman cehalete karşı bir savaş aracıdır; köylü çocukları bu romanları okuyacak, gaflet uykularından uyanmış olacak; şehirliler de bu romanları okuyacak, hiç bilmedikleri köy ve köylü gerçeğiyle tanışacak, o insanları ve o diyarın makus talihini değiştirme savaşına katılmış olacaklar.

Kemal Tahir ise böyle düşünmüyor. Ona göre roman romandır. “Köy romancısı, şehir romancısı diye romancı olmaz. Eğer köyde yetişenler köyü, şehirde yetişenler şehri yazacaklarsa bu doğrudan doğruya hatıra yazmak olur, roman yazmak olmaz. Roman ayrı bir keyfiyet… Romancı o adamdır ki, gidip on dakika gördüğü yerden eski hazırlıklarıyla kültürüyle bir roman çıkartır.” Orhan Kemal, onu Balzacçılık, Dostoyevskicilik tutkusu içinde olmakla suçlar. Bir ara tartışma şöyle bir hal alır:

(…)

Mahmut Makal: (…) İnsanın yaşadığını yazması daha etkili olur. (…) Şimdi Kemal Tahir Bey’e ne kadar uğraşsanız... Köyü görmemiş, kendisi gene başlangıçta açıkladılar... Köyü görmemiş...

Kemal Tahir: Köyde görülecek ne var, yahu?...

Mahmut Makal: Yaşamamış.

Kemal Tahir: Altı toprak, üstü toprak!... Dört köşe evler!...

Fakir Baykurt: Sen öyle zannedersin!...

Kemal Tahir: Köy insanlarını ben sizden iyi tanıyorum!... (Gürültüler)

Fakir Baykurt: Öyle şey mi olur, yani?... (Gürültüler)

Mahmut Makal: Çok açık konuşmak zorundayız. Köylüyü mahpushanede tanıyan ve mahpushane izlenimlerini roman şeklinde, memleket aydınına, millete sunan bir romancının, Orhan Kemal, Fakir Baykurt anlayışında bir romancı olmaması gayet olağan. Yani bu çıkıyor. Şimdi, bu nokta tamamen belirmiş oldu.

Orhan Kemal: Tabiî...

Mahmut Makal: Sonuçları da çıkaralım buradan.

Orhan Kemal: Onun için kontrastlar içindeyiz yani... Bu da normal...

Fakir Baykurt: ‘Köyde görülecek ne var’ sözü üzerinde dikkatle durmak lâzım tabiî. Köyde görülecek bir şey olmasa, o zaman köy romanı...

Kemal Tahir: Dış görünüşte hiçbir şey yok. Dış görünüşe on dakikanın içinde görüyorsun.

Orhan Kemal: Kemal, ne var biliyor musun, Kemal bak... Bir Irazca Ana var... Bu Irazca Ana, ben de biliyorum, yaşamamış... Kırk bin köye Irazca Ana’lar lazım.

Kemal Tahir: E, ama Irazca Ana müspet tip değil ki...

Orhan Kemal: Müspet tip.

Kemal Tahir: Nerede müspet tip Irazca Ana?...

Orhan Kemal: Yaşadığımız çağda, yaşadığımız devirde...

Kemal Tahir: Irazca Ana komşusunun karısına, oğlunu, hiç hatırında yokken, iteliyor.

Orhan Kemal: Hayır!... Duuuur!...

Kemal Tahir: Nasıl oluyor?...

Fakir Baykurt: Neden iteliyor, neden?...

Kemal Tahir: Yani, bir nevi pezevenklik ediyor kadın...

Orhan Kemal: Bu kadar küçük meselelere düşmeyelim yani...

Kemal Tahir: Öç almak için iteliyor... O zaman müspet tip mi oluyor kadın?...

Orhan Kemal: Hayır, o mânada değil işte Kemal!...

Kemal Tahir: Haa... Sonra, romanın müspetliği nerede?... Demek bir kaymakam geliyor, her şeyi hallediyor öyle mi?... Nerede romanın müspetliği...

Orhan Kemal: Nerede hallediyor?... Nerede hallediyor?...

Kemal Tahir: Yağma vardı!... Kaymakam ata biniyor, geliyor, şöyle bakıyor...

Orhan Kemal: Halletmiyor, halletmiyor...

Kemal Tahir: ‘Şunu yapmayın, bunu yapmayın’ diyor da iş bitiyor, öyle mi?... Yağma vardı!...

Orhan Kemal: Sen kaymakamı yanlış anlamışsın... (Gürültüler)

Fakir Baykurt: Irazca var, Irazca...

Kemal Tahir: Neyi saklamak istiyorsun?... Ne Irazca Anası?... Abdest ederek mi hallediyor?... Olmaz öyle şey!... (Gürültüler)

Orhan Kemal: Müspet tip Irazca Ana değil orada Kemal...

Kemal Tahir: Dosdoğru oturup çalışmak lâzım...

Orhan Kemal: Şimdi bir dakika beyim...

Kemal Tahir: Çok fazla çalışmak lâzım. Eski bilgilere katiyen güvenmemek lâzım...

Orhan Kemal: Şimdi, kardeşim bir dakika...

Kemal Tahir: Romancı oldun mu, artık romancı gibi konuşacak, düşüneceksiniz...

Orhan Kemal: Şimdi bak Kemalciğim bir dakika...

Kemal Tahir: Romancı olarak, yani romancı olarak...

Orhan Kemal: Amaaan... Şimdi bak Kemalciğim bir dakka...

Talip Apaydın: Hiçbiriniz anlaşılamayacaksınız.

Kemal Tahir: Yani romancı oldu mu ancak.

Orhan Kemal: Kemalciğim bir dakka... Kemalciğim bak, ben anlatacağım: Irazca, ben de biliyorum müspet tip değil...

Kemal Tahir: Nerede?... Daha şimdi...

Orhan Kemal: Bir dakka... Ama ben müspet tipi, muvaffak müspet tipi ben şey olarak göstermiyorum... Romancının kendisi dedim.

Kemal Tahir: Kendisinin olduğunu sen de kabul ediyorsun.

Orhan Kemal: Hah... Bir dakika, bir dakika yahu!...

Kemal Tahir: Olmuyor canım!... Olur mu öyle şey?...

Orhan Kemal: İzah edeceğim, anam babam!...

Talip Apaydın: O halde, Kemal Tahir’in romanlarında müspet tip var mı, yok mu?

Kemal Tahir: Ben varım. Ben varsam müspet tipim.

Orhan Kemal: Ama, ama... Yook, ihsas ettirmiyorum. İşte mesele orada... Ben onun için dedim ‘Kemal’le ayrı konuşurum bunu’ diye...

Talip Apaydın: Tutumlarda fark olacak.

Orhan Kemal: Bir eşkıya İskender meselesini al. Eşkıya İskender romanda ne veriyor bana?... Cumhuriyet jandarması işi hal eti. Netice bu. Yine ‘Rahmet Yolları Kesti’. Kimin rahmeti yolları kesti? Cumhuriyetin rahmeti yolları kesti. (Gürültüler) (Cemil Sait Barlas’a) Beyefendi, eski bir vekilsiniz, soruyorum size, eşkıya meselesini Cumhuriyet hükûmeti halletti mi tamamıyla? Halletti mi yani... (Beş Romancı Tartışıyor, s.63-66, Ketebe)

Tam bu sırada romancılar yumruk yumruğa birbirine gireceklerken araya Aziz Nesin girer, arkadaşı Kemal Tahir’i diğerlerinin elinden kurtarır.

*

1960 yılına girerken, Türkiye’de entelektüel camianın semalarında bu mühim tartışma yankılanıyordu.

2024 yılına girerken, edebiyat alanında hiçbir tartışma olmadı ama iki sinema yönetmenin, Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz’un birbirlerine bodoslamadan girdikleri “atışmasıyla” kapattık 2023’ü.

*

Birçok büyük sanatçı, eseri karşısında çok küçüktür. Eseri öyle görkemli, öyle etkileyici, öyle muazzamdır ki onu yaratan kişiyi aklımıza getirmez, esere odaklanır, yaratıcısının çoğu zaman adını bile hatırlamayız. Kim diyebilir ki Picasso “Guernica”dan, Leonardo da Vinci “Mona Lisa”dan daha büyüktür diye veya Dostoyevski “Karamazof Kardeşler”den, Marcel Pruost “Kayıp Zaman”dan... Bu tür eserler bir süre sonra yaratıcısının buyruğundan sıyrılır, ondan bağımsız olarak bir yerlerde varlığını sürdürürler. Yaratıcısının bu büyük eserlere dair söyleyecekleri her söz “küçük” kalır, çünkü o en mükemmel sözü o eserle söylemiştir zaten. Sonrasında söylenecek her şey gevezeliktir.

Bizim gibi yaratıcılık konusunda çorak, büyük eser vermede kısır bir memlekette bir iki büyük sanatçıyı ben hep korunması gereken yaratıklar olarak görmüşüm öteden beri naçizane. Nadir yetişiyorlar çünkü. Sanki onlara dair söyleyeceğimiz kem bir söz, yapacağımız bir kötülük onları alıp götürecek gibi gelir bana. Bu yüzden mesela Nuri Bilge Ceylan’ın da Zeki Demirkubuz’un da filmleri hakkında söyledikleri şeyleri okumamaya, röportajlarını görmemeye çalışıyorum. Öylesine muazzam filmler yapıyorlar ki, o büyüklükte eserler üzerine söyleyebilecekleri her şey yavan kalır diye düşünüyorum. Bu yüzden o filmleri izlemek yeterlidir, fazladan bir söze gerek yoktur, gerisi izahata girer ki bu da benim o eser karşısındaki hissiyatıma darbe vurur.

Bu yetkinlikte iki büyük sanatçının eserlerine böylesine bir hayranlık, böylesine bir saygı besliyorken, ikisi arasında baş gösteren o seviyesiz, pespaye tartışma, ikisine dair bir yığın şeyi alıp götürdü benden. Ne Nuri Bilge Ceylan eski Nuri Bilge ne de Zeki Demirkubuz eski Zeki Demirkubuz’dur artık birçoğumuzun gözünde.

Aralarındaki tartışmanın düzeyini görünce o muhteşem filmleri bunlar mı yapmış sorusu geliyor akla ister istemez.

*

Entelektüel alan bir tartışma alanıdır amenna. Ama adabıyla… Belli bir seviyenin altına düşmeden… Adabıyla girişilen bir tartışmadan muhteşem fikirler çıkar, biz de o büyük sanatçıların dertlerini daha iyi anlamış oluruz. Hayata bakışlarında bu kadar derine ulaşmış iki insanın hepimizin gözü önünde birbiriyle tartışırken bu kadar sığ yerlerde dolaşmaları ne fena!

Bu tür bir tartışmayı vakti zamanında Atıf Yılmaz ile Osman Fahir Seden de yürütmüştü ama çok rafine bir biçimde… Birbirlerini hepimizin gözünde aşağılara bir yere düşürmeden.

Bir kahve içime anında hadiseyi aklıma düşüren Ümit Fırat abim oldu ki şöyle:

“Allah Cezanı Versin Osman Bey” ve “Erkeklik Öldü mü Atıf Bey” filmleri peş peşe, biri 1961’de, öteki 1962’de çekildi. İki filmin de başrolünde Orhan Günşiray vardı. İkisi de siyah beyaz polisiye komediydi. Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Allah Cezanı Versin Osman Bey”in senaryosunu Safa Önal’ın bir hikayesinden Vedat Türkali yazmıştı. Film gösterime girer girmez şakası da dolaşmaya başladı sinema mahfillerinde. O sırada Osman F. Seden ile Atıf Yılmaz’ın arasına kara kedi girmiş bir parça. Şakacı dostlarına da gün doğar, başlarlar Osman F. Seden’e takılmaya, “Baksana Atıf Yılmaz sana ne yapmış, cevap vermeyecek misin?” diye. Oysa Atıf Yılmaz’ın amacı bu değildir, Osman adı tesadüfen seçilmiş ama gel de bunu anlat. Bir süre sonra Osman F. Seden, Bülent Oran’a bir senaryo yazdırır, Mehmet Dinler’e yönetmenlik görevini verir, kendisi de yapımcı olarak “Erkeklik Öldü mü Atıf Bey” diye bir film yapar.

Atıf Yılmaz’ın filminde kendini başka bir adamın yerinde bulan Osman’ın başından geçenler anlatılıyordu. Osman F. Seden’in filminde ise dolandırıcılıktan içeri düşen bir adamın hapisten çıkıp yeni bir hayat kuracakken, Atıf adlı kötü bir adamla mücadelesi anlatılıyordu.

Osman F. Seden, vaktiyle çıktığı bir televizyon programında bu hadiseyle ilgili şunları söyledi:

“Atıf Yılmaz’ın ‘Allah Cezanı Versin Osman Bey’ filmindeki ‘Osman Bey’ kelimesinden başladılar bana takılmaya, başka isim bulamaz mıydı filan diye. Ben kızmış rolü yaptım. Bülent Oran da işte, şaka büyüsün diye körükledi ikimizi. O sırada biz bir film çekiyorduk, gene Orhan Günşiray’la. Aşağı yukarı kadro biraz benziyordu. ‘Erkeklik Öldü mü Atıf Bey?’ adını koyduk biz de.”

Arkadaşı Atıf Yılmaz’dan önce öldü Osman Seden. Cenazesinde bir konuşma yapma görevi Atıf Yılmaz’a düştü, Atıf Yılmaz o konuşmada “Türk sinemasında bir ilke imza attık” diyerek film isimleri üzerinden atışmalarını anlattı kabir başında toplanmış dostlarına.

Yazarın silahı hikaye romansa, sinemacınınki de filmdir.

*

Keşke Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz da öyle yapsalardı. “Allah Cezanı Versin Nuri Bey”e karşı “Erkeklik Öldü mü Zeki Bey” ne güzel iki film olurdu…

Hangi festivalde ne ödülünü alırlardı bilmem ama en azından sosyal medya üzerinden yürüttükleri o berbat tartışmanın verdiği kadar birbirlerine zarar vermemiş olurlardı en azından.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp