Top
17/12/2023

Askere ceket pantolon giydiren padişahın sonu!

Burada yazdığım yazılarda fırsat buldukça; şimdilik “Yemeniden Postala” adını verdiğim, Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından günümüze kadar yaşanan askeri darbelere dair hikayeler de anlatıyorum. Takip edenler bilir, 1800’lü yıllara kadar gelmiştim daha önce.

1789 Fransız İhtilalinden sonra dünyaya hızla yayılan modernleşme süreci, bizde de birçok alanda değişikliklere yol açtığı gibi, askeri darbelerin gerekçelerini de bir parça değiştirdi.

O zamana kadar padişaha karşı başlayan bir yığın askeri ayaklanmaların gerekçeleri arasına, Üçüncü Selim dönemiyle birlikte “askere pantolon ve ceket giydirmek” maddesi de eklenmiş oldu. Oysa herkes biliyor ki, Üçüncü Selim’e karşı başlayan askeri darbenin asıl nedeni, “askere ceket pantolon giydirmek” değil, Sultan’ın zamanla Yeniçeri Ocağı’nın yerine geçecek, Avrupa usulü yetişmiş talimli askerlerden oluşan “Nizam-ı Cedîd” (Yeni Düzen) adıyla yeni bir ordu kurmaya kalkışması; böylece ulemanın dünyada gelişen aydınlanma fikriyle uyuşmayan fikirlerinin etkisini kırarak Osmanlıyı gelişmekte olan bilim, sanat, ticaret, teknik ve sanayideki gelişmelere ortak etmeye kalkışması, kısaca “sekülerleşmenin” dozunu kaçırmış olmasıydı.

Bu değişimin bünyede yapacağı zararları ahaliye anlatmak bir hayli zordu, bu yüzden halkın anlayacağı bir dille daha kısa bir yol denediler, “ey ahali, askerleri Frenk kılığına sokacaklar” diye bağırmaya başladılar. Sultan eski köye yeni adet getiriyordu, o halde tez elden hal’i gerekirdi!

Bu kıyafet meselesi öteden beri bizde askeri darbelerin malzemesi olmuştur. 28 Şubat’ta Başbakan Necmettin Erbakan’ın Ankara’da iftar yemeğine çağırdığı bazı tarikat mensuplarının kılık kıyafetlerini günlerce konuşmuş, tıpkı Üçüncü Selim döneminde “ceket pantolon giymek” nasıl sorun yapıldıysa, 28 Şubat’ta da “sarık takıp cübbe giymek” aynı şekilde sorun olmuştu. Üçüncü Selim, devlet katında “sekülerleşmenin” dozunu; Necmettin Erbakan ise aynı katlarda “dindarlığın” dozunu kaçırdığı için darbelere maruz kaldılar.

Bazı laikler Necmettin Erbakan’dan ne kadar haz etmiyorsa bazı İslamcılar da Üçüncü Selim’den öyle haz etmez. Mesela İsmet Özel, Üçüncü Selim dönemini “Osmanlı’nın yeryüzünde güç kaybının resmen tasdik edildiği” bir dönem olarak tanımlar. Çünkü padişah, uygulamalarına karşı çıkan ulemayı tamamen tasfiye ederek yerlerine “devlet menfaatiyle İslâm’a uygunluğu aynı şey sayan ilmiye mensuplarını tayin” etmişti. Bu durum, bundan sonra “devlet katında Müslüman olmanın teminatının” kaybolması demekti. Özel’e göre Üçüncü Selim olmasaydı; muhtemelen daha sonra Bektaşiliğin yerine Mevlevilik ikame edilmeyecek, Yeniçeri Ocağı kaldırılmayacak, fes giyilmeyecek, Müslümanlarla gayri Müslimler aynı resmi kıyafete bürünmeyecek, çok sonra kafamıza fötr şapka geçirilmeyecek, köylülerimiz de fötr yerine, şems siperini arkaya geçirerek giyildiğinde namaza da engel olmayan kasket giyerek bir tür savunma yoluna gitmeyecekti.

Bu durumda, bugün sürdürdüğümüz bütün bu “gavur icadı hayat tarzının” köklerini bir bakıma Üçüncü Selim’e kadar uzanan bir Batılılaşma-modernleşme macerasında aramak gerekir.

Laik cenahın mühim tarihçilerinden İlber Ortaylı’ya göre ise Üçüncü Selim “müşfik bir reformist” ve “18. yüzyılda renkli bir Osmanlı kültür adamı”ydı. En büyük hatası ise, “aydınlara” fazla güvenmesiydi. Ona göre İsmet Özel’in deyimiyle “İslam’la devlet menfaatini karıştıran” aydınlardan oluşan bürokrasi taifesi her şeye muktedirdi. Bunun böyle olmadığını kısa sürede anladı ve yapmaya kalkıştığı “reformları” canıyla ödedi.

Kılıç darbeleriyle doğradılar onu, bir askeri darbe neticesinde Osmanlı’da “kanı dökülerek” öldürülen tek padişahtır Sultan Üçüncü Selim.

*

1785’te kafese kapatılan, dört sene boyunca mahpusta şiir yazıp beste yapan Üçüncü Selim 28 yaşında kafesten çıkıp Osmanlı tahtına oturduktan tam bir ay sonra Mayıs 1789’da Fransa’da ihtilal oldu. Tahta çıktığında imparatorluk Rusya ve Avusturya’yla harp halindeydi ve vaziyet hiç de iç açıcı değildi. Fransız İhtilali, Avrupa’yı yepyeni bir yönetim şekliyle tanıştırdı, ilan edilen Cumhuriyet, krallıkla yönetilen diğer Avrupa ülkelerinin hiç hoşuna gitmedi. Yetmedi, Cumhuriyet fikriyle birlikte ihtilal, Avrupa’ya milliyetçilik denilen bir de mikrop saçtı. Bu iki hastalığın önüne behemahal geçilmeliydi, bu yüzden müstebit hükümdarlar tarafından yönetilen Avrupa devletleri Fransa’ya karşı birleşti. Rusya ve Avusturya bu hengamede Osmanlıyla sulh yapmak zorunda kaldı. Anlayacağınız Fransız İhtilali, Üçüncü Selim’in imdadına Hızır gibi yetişti.

*

Öteden beri padişahın kafasında bir ıslahat fikri vardı. Sulh gelince ıslahat işine hız verdi. Orduda, iktisadi hayatta, adli ve idari yapıda ve cemiyet hayatında bir dizi yenilik yapmaya girişti. Bu reformlara hız verilecek, bundan sonra hayatımıza “Müslüman Avrupalı” olarak devam edecektik.

Uzman kim varsa, hepsinden kendi alanlarında yapılacak değişikliklere dair bir raporlar istedi. Gelen raporları uzun uzun okuyup inceledi ve işe ordudan başlamaya karar verdi. Askerler, bundan sonra yeni bir harp çıkıncaya kadar, sabahtan akşama kadar ağaç gölgesinde uzanıp tavuk misali su içip Allah’a bakmayacak, alayı her gün “talimden” geçecekti. Yeniçeriler talime gelmiyordu, o halde gerekirse bu ocak kaldırılacaktı. Fransa’dan, İsveç’ten zabitler getirtti, talim başladı. Talime alınan bu askerlere “Nizam-ı Cedit askerleri” adı verildi. Bu talimli askerler için biri Levent Çiftliği’nde, öteki Üsküdar’da (günümüzün Selimiye Kışlası) iki kışla inşa edildi. On iki bin neferlik bir kadro ihdas edildi. Askerlerin kıyafeti tamamen değiştirildi. Serpuş olarak bostancı külahı takıldı, üniforma olarak da külot pantolonları andırır çuha çakşır, üstüne de beli kemerli ceket giydirildi. Ellerine de o devrin en yeni, gıcır gıcır tüfekleri verildi. Yeni ordunun oldukça yüksek olan masraflarını karşılamak için de yeni vergiler kondu.

Yavaş yavaş devre dışı kalacaklarını anlayan Yeniçeriler, alttan alta Nizam-ı Cedit askerlerini düşman bellemeye başladı.

Padişah ordudan sonra ulemanın durumuna el attı. Medreselerde ilimle meşgul müderrislerle mahkemelerde adalet dağıtan kadılar, “silsile” adı verilen bir kıdem usulüyle yer değiştiriyordu, bilgi ve liyakat ikinci plandaydı. Kuşkusuz aralarında gittikleri yerleri ışığa boğan alimler, görev yaptıkları yerde adaleti hakça dağıtan çok iyi yetişmiş kadılar vardı ama “silsile” her şeyi bozuyordu. Sultan bundan böyle ilmiye tayinlerini imtihana bağladı, bu durum çoğunluk ulemanın hiç hoşuna gitmedi, kısa sürede padişahın adı, “Gavur padişaha” çıktı! (Ona bu sıfatı takanların önde gideni “Aygır İmam” lakaplı meşhur Derviş Mehmet Efendi’ydi ki, Reşat Ekrem Koçu’nun yazdığına göre arkasında bıraktığı tek hatıra, bir gün bir okka pastırma üzerine kırk yumurta kırdırıp yemesi ve mide fesadından ölmesidir.) En hassas yerden vurmaya başladılar:

“Müslümanların şahbaz dilaver evlatlarının Frenk kamçısı altında talimi reva mıdır? Talim ne ki? Talim gavur işidir!” diye avazları çıktığı kadar bağırmaya başladılar.

Ama padişah tınmadı, işine baktı. Heybeliada’da güverte zabiti yetiştirecek Bahriye Mektebi’ni açtı. (Nazım Hikmet bu mektepte okurken, hocalarından birisi Yahya Kemal Beyatlı’ydı.) Askeri okullarda okutulmak üzere fen kitapları Batı dillerinden tercüme edildi. Topçu, humbaracı, lağımcı ocaklarına yeni bir nizam verildi. Batı medeniyeti hayranı bir padişahtı ama bir Müslüman olarak da yerli malını teşvik etmek derdindeydi Üçüncü Selim.

*

Bu arada içte ve dışta muazzam gelişmeler yaşandı. Eşkıyalık aldı başını gitti. Avrupa tam anlamıyla bir savaş meydanına dönüştü. Fransızlar Mısır’ ele geçirdi. İngiltere Fransa’yla harp halindeydi, Boğazlar Rus gemilerine açıldı, Napolyon Mısır’ı bırakıp memleketine döndü, bir darbeyle iktidarı ele geçirdi, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali sergerdesi türedi, oranın hakimi oldu, Sırplar ayaklandı, Karadağ’da isyan çıktı, Tophane kundaklandı.

Ruslarla ve İngilizlerle harp halindeyken Napolyon, Sultan Selim’in dostluğunu kazanmak istedi. Türkler Ruslarla cenge tutuşursa, Fransızlar fink atıp oynayacaktı. İngiltere bu işe engel oldu ama yine de 1805’te Türk-Rus harbi başladı. İstanbul’daki Fransız elçisi, hemen Türk-Fransız dostluğundan dem vurmaya başladı, İngiltere derhal o elçinin Türkiye’den sınır dışı edilmesini istedi. Sultan Selim bunu ret edince Bozcaada açıklarında demirlenmiş olan İngiliz donanmasından bir filo, 1807 yılının şubat ayında, bir bayram günü Marmara’ya girip Adalar açıklarına demir attı. Amaçları Sultan Selim’i Ruslarla barışa zorlamaktı, ret cevabı alırlarsa İstanbul’u topa tutacaklardı.

Sultan Selim tehdide pabuç bırakmadı. Hemen Üsküdar’dan Maltepe’ye, Sarayburnu’ndan Baruthane’ye kadar şehrin bütün Marmara sahillerine toplar yerleştirilmesini emretti. Padişahın cenk emri üzerine İstanbul ahalisi yek vücut oldu.

Bu arada halk arasında bir rivayet dolaşmaya başladı. Padişah İngilizlere güvenmiyordu ama kurduğu Nizam-ı Ceditçiler İngiliz dostuydu, Selim’in Napolyon’la anlaşmasını engellemek için İngiliz donanmasını onlar İstanbul’a çağırmıştı. Bu dedikodu, yeni orduya karşı derhal zehirli bir dile dönüştü. İngiliz elçiliği memurları da ateşe körükle gitti. Yeniçerilerin darbe kazanı bu sırada ufak ufak kaynamaya başladı. Tehdidi havada kalan İngiliz donanması gemileri bir gece teker teker demir alarak Çanakkale Boğazı’nın yolunu tuttu ama yirmi gün sonra da Mısır’da İskenderiye’yi işgal ettiler, bunun üzerine Sultan Selim İngiltere’ye harp ilan etti.

Yeniçerilere gün doğdu, her yerde boruları ötmeye başladı.

*

Vakayı anlatan Reşat Ekrem Koçu der ki:

“Sultan Selim şair, musikişinas, yüzü güzel, ruhu ipek, memleketinin ve devletinin tealisine çalışan münevver bir padişahtı, fakat bir inkılapçı olarak büyük kusurlara sahipti, evvela cesur değildi. İş başına getirdiği adamlarının hatta uşakları yerinde bendeganının üzerinde otoritesi yoktu.”

Bu arada Nizam-ı Cedit mensupları bir hayli servet edinmiş, bunları bu süre zarfında nerden elde ettiklerini padişah sormamış, fırsat buldukça “kendini eğlenceye, yâranla sohbete ve nevcivanlarla ülfet ve muhabbete” vermişti.

İngiliz donanması gittikten sonra İstanbul semalarını kapkara bulutlar kapladı ve fırtına 25 Mayıs 1807 Pazartesi günü koptu.

*

İstanbul Boğazını Karadeniz tarafından korumakla görevli “yamak” adı verilen ve çoğunluğu Laz uşaklarından meydana gelen askerler Kabakçı Mustafa Çavuş liderliğinde Sultan Üçüncü Selim’e karşı bir darbeye kalkıştıklarında Sultan kendini zevk-ü sefaya vermiş, mehtaplı gecelerde şiir ve musiki göğe vurmuş, Kağıthane, Boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyircilerle dolup taşmış, geceleri vur patlasın çal oynasın havası her yere egemen olmuş, sakilerin elindeki badeye el sürmeyen hiç kimse kalmamış, şehrin saraylarına, kasırlarına alafranga eşya girmiş, sedirler kalkmış, yerlerine masalar, kanepeler, koltuklar konmuştu. Nizam-ı Cedit ricali ise temiz bir Müslümanın mazbut hayatını gerilik telakki etmiş, şımarıklık alafrangalık sanılmış, namaz kılmamayı medeni bir davranış olarak görmüş, padişahın Cuma namazı alaylarına kerhen katılmış, böylece temiz bir Müslüman olan padişahın ahali arasında “dinsiz” diye telakki edilmesinin yolunu açmışlardı.

*

İngiliz gemileri İstanbul’u terk ettikten sonra İstanbul’da sadaret kaymakamlığına Köse Musa Paşa getirilmiş, Şeyhülislamlık makamına da Topal Ataullah Efendi oturmuştu. İkisi de Nizam-ı Cedit karşıtı, “içi düşman, yüzü dost” kimselerdi. Ordu o sırada Rus cephesine doğru harekete geçmişti. Nizam-ı Ceditçiler İstanbul’da kaldılar, Yeniçerileri cepheye gönderip kışlalarını Nizam-ı Cedite tahsis edecekler dedikodusu hemen ortalığa yayılmış ve en önemlisi şu yaygara kopartılmıştı:

“Frenk esvabından sonra şapka da giyilecek!”

Kahvehanelerde tekrarlanan bu söylentiler devletlilerin kulağına gitmiş, kimse tınmamış, dedikodular almış başını gitmiş, padişah hiç birisine kulak asmamıştı.

Tarihçiler der ki Kabakçı Mustafa’nın arkasına takılıp padişahı tahttan indirmek üzere İstanbul’a doğru sefer eyleyen Laz uşaklarının perde gerisindeki liderleri Köse Musa Paşa ile Topal Müftü Ataullah Efendi’ydi. Başta Nizam-ı Cedit askerleri tarafından birkaç fiskeyle dağıtılacak olan bu güruhla ilgili padişah, Musa Paşa tarafından kurnazca aldatıldı. Koçu’nun verdiği bilgiye göre İstanbul’a doğru gelmekte olan “yamaklar”ın alayı “kara zıpkalı, kara başlıklı Karadeniz yalısının Laz uşaklarıydı”, cahil, mutaassıp, anut ve kavgacıydılar, Boğaz’ın iki yakasına yerleşmiş, bağ, bahçe, ev sahibi olmuş, aileleriyle bu muhteşem doğanın kalbinde gül gibi yaşıyorlar, devletten bir miktar yevmiye alıyor, bunun karşılığında da Boğaz’ı muhafaza ediyorlardı, “yamak” adını taşımaları Yeniçeri Ocağı’nın yardımcı kuvveti olmalarıydı.

Mesele yine kıyafet oldu. Bu yamaklara Nizam-ı Cedit esvabı giydirilmek istendi, 25 Mayıs günü kalkışma bu sebepten oldu. İlk cinayeti Büyükdere’de işlediler, Padişah Köse Musa’ya cezalandırma emri verdi, Köse “meseleyi büyütmeden hal edeceğim” sözünü verdi. O sırada yamaklar Büyükdere Çayırında toplandı, Kabakçı Mustafa Çavuş başbuğ seçildi, “Enam”a el basarak, yere konulan bir kılıcın üzerinde teker teker atlayarak yemin etti. İstanbul’a gidecekler, Etmeydanı’nda toplanacaklar, talepleri yerine getirilinceye kadar dağılmayacaklar!

400 kişi olarak yola çıkan isyancı askerler, gece yarısı Tophane’ye vardı. Cevdet Paşa der ki; eğer o sırada padişah, kendisine yanıltıcı malumat veren Musa Paşa’nın kellesini Şeyhülislam Ataullah Efendininkiyle birlikte vurdursaydı her şey farklı bir mecraya akacaktı ama padişah öyle yapmadı, kan dökmek istemedi, meseleyi suhuletle halletme yoluna gitti. O sırada Galata ve Üsküdar taraflarından ne kadar kayıkçı, hamal, tellak, bekar uşağı amele, rençber ve serseri varsa gelip “yamaklara” katıldı ve kalabalık güruh Etmeydanı’ndaki Yeniçeri Kışlasına doğru yürüyüşe geçerek, kışladaki kazanları dışarı çıkardı. Halk da onlara destek verdi. Kimse Nizam-ı Cedit’i istemiyordu, padişah aynı gün Nizam-ı Cedit’i lağvettiğini ilan etti, o sırada Musa Paşa bir deftere yazdığı bir listeyi gizlice Kabakçı Mustafa’ya ulaştırdı, Laz Çavuş yüksek bir yere çıkarak, “Bu defterde olan on kimse Al-i Osman Devleti’ni harap etti, ölü diri, bunları padişahımızdan isteriz.”

Oysa padişahın bilmesi gereken bir şey vardı. Bundan önceki darbelerde darbeciler taviz kopardıkça bir yerde durmamış, sonunda işin ucu gelip padişaha dokunmuştu… Defteri alır almaz padişahlıktan çekilmeliydi, ama bu feraseti gösteremedi, kendisine gelen listeye hüzünle baktı; kilit noktalara getirdiği bir sürü adamı şimdi kendi eliyle darbecilere teslim edecekti, yaptı da “canı kadar sevdiği kimseleri” onlara teslim etti ve hepsi anında öldürüldü.

Padişah, darbeciler karşısında küçüldü, ne istedilerse yerine getirdi, yeter ki tahtına halel gelmesin ama darbecilerin istekleri bitmedi.

Padişahın oğlu yoktu, darbeciler yeğeni iki şehzade Sultan Mustafa ile Sultan Mahmut’u korumak istediklerini bildirdiler bu kez de. Buna da evet dedi ve hâlâ tahtını koruyabileceğini sandı. 29 Mayıs günü darbeciler Şeyhülislam’ın kapısını çaldı, “padişahımız devleti ehil olmayanlara teslim edip kendisi zevk-u sefya daldı, padişah olarak kalması şer’an caiz değildir” fetvasını istediler, bunun üzerine Şeyhülislam tahttan indirilmesi fetvasını verdi.

Böylece Üçüncü Selim tahttan indirilerek yerine yeğeni Sultan Mustafa tahta çıkartıldı. Ona kafes yolu tekrar göründü. 18 sene, 1 ay, 22 gün süren saltanatı o gün sona erdi ve ürkek adımlarla kafese doğru yürümeye başladı, 46 yaşındaydı.

*

Kafes hayatı bu kez bir sene iki ay sürdü. Benzeri yıllar sonra Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yürümesi şeklinde tekrarlanacak olan Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nı kendisini tekrar tahta çıkarmak üzere 20 bin askeriyle Topkapı Sarayı’na yürümesiyle, Sultan Dördüncü Mustafa’nın sadık bendeleri tarafından kılıç darbeleriyle öldürüldü Üçüncü Selim.

Bu kez Alemdar Mustafa Paşa’nın karşı darbesiyle Dördüncü Mustafa tahttan indirilip yerine İkinci Mahmut tahta oturtuldu.

Sıra, Üçüncü Selim’e karşı darbe tertipleyenlere gelmişti. Kabakçı vakasına karışanlar, darbeyi engelleyebilecekken kılını kıpırdatmayanlar, korkup kenara çekilenler, askerlerden halka kim varsa alayı idam edildi. Alemdar Mustafa Paşa’nın üç ay süren sadrazamlığında idam edilenlerin sayısı üç bini buldu.

Kabakçı Mustafa Çavuş, yaptığı darbenin mükafatı olarak Boğazların Rumeli kalelerinin komutanlığına terfi edilmişti. Kabakçı’nın Rumelikavağı’ndaki evi gece yarısı basıldığında, çavuş o gün evlenmiş, taze gelinin koynunda gerdek gecesini yaşıyordu. Yaka paça götürüldü, hemen kellesi kesildi. Ertesi gün de Köse Musa Paşa’nın kellesi Bab-ı Hümayun’un önüne bırakıldı. Şeyhülislam Topal Ataullah ile ulemanın alayı sürgüne gönderildi, hiçbiri bir daha İstanbul’a dönemedi, hepsi çok kötü şartlarda öldü.

*

Reşat Ekrem Koçu, Cevdet Paşa’ya dayanarak Üçüncü Selim devrinde yapılan yenilikleri şöyle sıralar:

Dış ülkelerde daimi elçilikler onun döneminde açıldı. Eyüp Sultan’ın türbesi etrafına halis gümüşten bir şebeke yaptırdı, türbeyi altın kandillerle süsledi, Eyüp Camiini adeta yeniden tamir ettirdi, aralarında günümüzün Selimiye Kışlası de olmak üzere bir yığın kışlalar inşa etti, tersanede büyük bir havuz yaptırdı, Hasköy’de Hendesehane, Üsküdar’da büyük miri ambarlar yaptırdı, sayılmayacak kadar cami inşa etti. Top dökümü, gemi inşası Avrupa usulü barut imali, kara ve deniz kuvvetlerini güçlendirdi. Yabancı kumaşlara muhtaç olmamak için Üsküdar’da kumaş dokuma atölyelerini açtı, ilim ve maarifin neşri için Devlet Matbaasını kurdu, riyazi ilimlerin ilerlemesi için kıymetli hocalara destek oldu.

Mevlana Celadeddin Rumi’ye hayrandı, Mevlevi dostuydu, dönemin büyük şairi Şeyh Galib’in hamisi oldu. Galata Mevlevihanesi’ni yeniden yaptırdı ve görkemli bir şekilde dayayıp döşetti. Osmanlı saraylarına arp ve piyano onun devrinde girdi. Büyük bir musikişinastı, devrin seçkin bir bestekarıydı, musikide “Suzidilara” makamının mucididir, “İlhami” mahlasıyla sayısız şiir yazdı. Ece Ayhan, “Mühründe şiir kazılıdır bir padişah” dizesinde belki de onu anlatır. Cariyesine yalvaran aşk mektuplarını yazan tek hükümdar odur.

*

Yararlanılan kaynaklar:

Reşat Ekrem Koçu, “Osmanlı Padişahları”, Doğan Kitap

Erhan Afyoncu-Ahmet Önal-Uğur Demir, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri İsyanlar ve Darbeler”, Yeditepe

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp