Top
16/08/2020

İstanbul’a giden tramvay!

Lisede okurken en büyük kabusum, üniversite sınavlarını kazanamayıp o küçük şehirde kalmak, dolayısıyla da İstanbul’a gidememekti. Bu o kadar büyük bir kabustu ki benim için, lise son sınıfta bütün iki mevsim boyunca onun ağırlığı altında yaşadım ruhumda bin bir huzursuzlukla. Bu şehirden herhangi bir yere değil, ille de İstanbul’a gidecektim.

İstanbul’a gitme fikri, o sırada sadece beni hayata bağlayan yegane şey değildi. Benden evvelkiler de, benden sonrakiler de aynı memleketin bir çok şehrinde aynı hayali kurmuş, aynı tedirginliği yaşamış, kimisi hayalini gerçekleştirmiş, kimisi de emeline ulaşmadan hayatın hercümerci içinde bulunduğu yerde kendine bambaşka bir yol seçmek zorunda kalmıştı.

*

Bir zamanlar bütün Avrupa kıtası Paris’in taşrasıydı. Bulunduğu yerde içi “taşra sıkıntısıyla” dolan, “buralarda durulmaz, burası yolun bittiği yer” diyen herkes, yani içinde “yeni yolculuk hayalleri” kuran bütün sanatçılar bir yoluna bakar, tuvalini, kalemini, kemanını, fırçasını, daktilosunu kapıp Paris’e gitmenin yolunu bulurdu.

Bunlardan birisi de büyük İspanyol-Katalan ressamı Joan Miró’dur. İçinde gizli bir şair durmadan mısra döküyor ama eli mısra dökmekten çok tuvalde fırça gezdirmeye gidiyor Miró’nun.

Resmin anayurdu Paris’tir. Orada Tzara, Aragon, Eluard, Prévert, Breton gibi hayran olduğu şairler, yazarlar var ama en önemlisi Picasso diye büyük bir ressam var. Bir yolunu bulup Paris’e ulaşırsa eğer belki bütün o büyük sanatçılarla tanışacak, belki de Picasso ondan bir resim bile satın alacak, kim bilir.

*

Bizde de durum farklı değil. 1941 yılında önce Çorum’a sonra da Adana’ya sürgün edilen Abidin Dino ile Adana’da tanışan, elinden tutup onları İstanbul’a atsın diye gözünün içine bakan Orhan Kemal ile Yaşar Kemal, günü gelip onun “torpiliyle” İstanbul’da ekmek derdine düştüklerinde, o ilk fırsatta bir yolunu bulup Paris’e gitme hayalini kuruyordu.

Adana İstanbul’un taşrası, İstanbul ise Paris’in taşrasıydı çünkü.

Sonunda Orhan Kemal de, Yaşar Kemal de İstanbul’a geldi, Abidin Dino da Paris’e gitti...

*

Hukuki anlamada “taşra”, başkentin dışında kalan bütün yerleşim yerlerinin ortak adıdır. Bizde ise bugün İstanbul dışında kalan her yer taşradır.

Cumhuriyet kurulduktan sonra devlet “asabiyetini”, “asık yüzünü” alıp Ankara’ya götürdü, İstanbul’da ise sanatın, kültürün, hasıla hayatın mutlu tebessümü kaldı. Devlet, Ankara’nın dışında kalan her yere taşra dedi, vatandaşlar içinse taşra, İstanbul dışında kalan yerlerdi, hatta buna Ankara bile dahildi.

İlk başlarda Ankara’ya sanatı da, edebiyatı da götürmek istedi kurucu babalar, Üçüncü Meclis’e bir yığın yazar ve şair soktular ama ne yazarlar, şairler politikayı becerebildi, ne de Ankara onları bağrına bastı. Üçüncü Meclis dönemi de en başarısız dönem olarak geçti siyasi tarihimize.

*

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, “Taşra, oturup beklemenin yeridir.” Zaman ağır akar orada, ruhunda fırtınalar gezen birisinin orada bütün bedenini karıncalar basar. Orada “Godot’yu bekler” insan, aradan yıllar geçer, o bekleyiş hep sürer, Godot bir türlü yolunu şaşırıp gelmez oraya. “Yalnızlığın başkentidir” taşra, kimse önemsemez orayı, gazetelerin “taşra baskısı” bile özensizdir, cicili bicili gazete “şehir baskısı” için hazırlanır.

O yüzden “taşra sıkıntısından” bunalmış, yaşadığı yere sığmayan herkes ne yapıp edip taşradan kurtulmanın bir yolunu bulup İstanbul’a ulaşmanın yoluna bakar.

*

Hapishanedeyken, ruhunda gezinen büyük yazarı çok kısa sürede keşfetmiş olan Nazım Hikmet, kodesten yeni çıkan Orhan Kemal’e yazdığı hemen hemen bütün mektuplarda yazdıklarını över ve daha çok yazmaya teşvik eder onu.

Yazalım usta, yazalım yazmasına da, evdekiler aş bekler, ekmek bekler, çocuk süt bekler, eş bayramlarda üst baş bekler... Yazı da kıskançtır bilirsin, emek ister.

Alnındaki “komünist” damgasından dolayı dışarıda iş arar, hiçbir yerde iş bulamaz. Müracaat ettiği Devlet Demir Yolları’nda nihayet “muvakkat hamal” işine kabul edildiği haberini alır bir resmi yazıyla. O da Nazım’a yazdığı mektupta müjdeyi verir:

“Yukarıdaki resmi yazıyı taşıyan mavi zarfı hayatımın yegane namuslu vesikası olarak saklayacağım. Asli hamal bile değilim, muvakkat hamal. Bu beni katiyen müteessir etmiyor, bilakis. Müteessir olanlar anam, babam, kardeşlerim ve bir hayli samimi arkadaşlarım. Sınıfımdan kopmuş tarihimi, bunun romanını ilerde yazmak için ne güzel dökümanları depo ediyorum bilsen!”

Sabahları erken saatte işe gitmek zorunda olan “hamal-yazar”, saat dörtte uyanıyor, yediye kadar yazıyor, sonra işe gidiyor. Olur da İstanbul’a giderse eğer belki de sadece yazarlık yaparak hayata tutunabilir, her gün bunun hayalini kurar.

O zamanlar yazar olmak isteyen her aday, ilk ürünlerini Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Dergisi’ne gönderiyor. Bir umut diyerek, Raşit Kemali de öyle yapar. Yazdığı metinleri dergiye gönderir. 14 Şubat 1947’de Yaşar Nabi Nayır’dan bir mektup alır. Yaşar Nabi Bey ona, derginin dar hacminden, gelen yazıların çokluğundan, “hepsi çok güzel olan” yazılarının tümünü yayınlayamamaktan yakınır, ama tümü bir araya geldiğinde “kitap olarak çıkmasının iyi olacağını” söyler. Ve mektubunu şöyle bitirir:

“Size yazılarınıza karşılık küçük bir meblağ göndereceğim. Yalnız Orhan Kemal galiba müstear isminiz, evvelce bildirmiş olduğunuz isim de hatırımdan çıktı, asıl isminizle beraber bana tercüme-i halinizden biraz bahsederseniz pek memnun olacağım. Şimdi askerden döndüğünüze göre neyle meşgulsünüz? Yazı hususunda ne gibi tasavvurlarınız var? Size herhangi bir hususta faydalı olabilir miyim?”

Yaşar Nabi Bey’den aldığı bu mektup herhalde Orhan Kemal’in hayatı boyunca aldığı en kıymetli, en sevinç dolu mektuptur. Belki de ona İstanbul’un kapılarını hafifçe aralayan ilk büyük müjdedir bu mektup.

Yaşar Nabi Nayır’ın on gün sonra ona yazdığı ikinci mektuptan anlıyoruz ki Orhan Kemal acele ona cevap yazmış, hal-i pürmelalini, mahpusluğunu falan anlatmış ona. Aldığı ikinci mektupta Yaşar Nabi Bey’in kafasında bir yığın deli soru var.

Bir kere neden mahkum olmuş ve ne kadar yatmış? Sebebin siyasi olduğunu sezmiş, yazı yazan biri başka hangi sebepten kodese girebilir ki? Ve en önemli soru, hapishaneden çıktıktan sonra fikirlerinde bir değişiklik olmuş mu? “Çünkü şahsen aşırı sol cereyanların dini taassupla büyük bir yakınlığı olduğuna kaniim ve her hürriyet düşmanı cereyan gibi ona da şiddetle muhalifim. Hele Türkiye gibi fikren henüz kafi derecede olgunlaşmamış ve pek tehlikeli bir komşunun baskısı altındaki bir memleket için bu hastalığı pek tehlikeli bulurum” diyor. Bunu belirttikten sonra da, sonuna kadar fikir hürriyetinden yana olduğunu, fikre ancak fikirle mukabele edilebileceğini vurguluyor:

“Size bunu söyleyişimin sebebi şu: Sizde yüksek bir sanat kabiliyeti görüyorum. Bir Türk Istrati’si olabilirsiniz. Bu kadar güzel bir kabiliyetin heba olması pek yazık olur. Sizinle bunun için yakından meşgul olmak istiyorum.”

Belli ki önce Orhan Kemal’in komünist olup olmadığını öğrenmek istiyor, zira sonra “müşkül mevkide kalmak” istemiyor.

Ve Yaşar Nabi Bey’in taşrada, muhteşem metinler yazan, henüz adı sanı duyulmamış yazar adayı için o mühim tavsiyesine geliyor sıra:

“Yazı sahasında kendinizi gösterebilmek için İstanbul’a gelmenizin de şart olduğu kanaatindeyim.”

Mektupla birlikte Raşit Kemali’ye 30 lira gönderiyor ve “Azlığı için özür dilerim. Sait Faik’e de verebildiğimiz ancak bu kadardır,” diyor ve ondan bir resim istiyor.

Bu para Orhan Kemal’in yazarlığından kazandığı ilk paradır. Henüz yazı hayatına atılmış bir yazıcı olarak üstatlarla at başı gidecek hali yok ya, hiç de az bir para değildir ona göre.

*

Bu bilgiden çok, acıklı olan Raşit Kemali’nin Yaşar Nabi Bey’e “komünist” olmadığını ispatlama çabasıdır. 1938 senesinde askerdeyken, komünizmin ne olduğunu bilmediği bir dönemde, sırf şair Nazım Hikmet’in kitaplarını okuyor diye askeri mahkemede yargılandığını, beş yıla mahkum olduğunu, bu süreyi çeşitli cezaevlerinde yattığını, 1943’te tahliye olup Adana’ya döndüğünü anlatıyor mektubunda. Devamında da, “Ben yaşarım, görürüm, duyarım ve yazarım. Ben kayıtsız şartsız bir hürriyet aşığıyım. Emir aldığım anda kalemim istop eder ve beş para etmem,” deyip komünist olmadığına dair güvence veriyor ona.

İstanbul’a gitmek istiyor ama çocuklarını götürecek yol parası yoktur cebinde.

“İstanbul’a nakletmeye can atıyoruz, fakat olmuyor. Bu bir ‘hürriyetsizlik’tir. Şüphesiz bütün hürriyetsizlikler gibi bundan da nefret ediyorum.”

Yaşar Nabi Nayır, o sırada onu İstanbul’a götürecek tek insandır. İçi umutla doluyor. Daha iyi bir fotoğrafı olmadığı için de, “şimdilik size ufacık bir vesikalık fotoğrafımı yolluyorum, kusura bakmayın. İnsanca alakanız için ne kadar teşekkür etsem azdır,” diyerek bitiriyor mektubunu.

*

Işık Öğütçü'nün "Eşe Dota Selam" kitabından aldığım bu mektubu bu kadar uzun anlatmamın sebebi, benzer bir mektubu Hakkari’de yaşarken, lisenin son sınıfında benim de Vedat Günyol’dan almış olmamdır. Ancak Vedat Hoca benim “siyasi fikrimi” hiç sorgulamadı, gerisi neredeyse tıpatıp Orhan Kemal’in hissettiği duyguya benzerdi benim de hissettiğim şey. Gerçi ben Orhan Kemal’in ulaştığı yerin yakınına bile varamadım ama, bugün hasbelkader siz bu yazıları okuyorsanız eğer, bunun müsebbibi Vedat Günyol ve hayatım boyunca minnettar kalacağım şehri İstanbul’dur. Aynı Vedat Günyol benden önce Fakir Baykurt’a, Atalay Yörükoğlu’na, Yılmaz Güney’e ve daha birçok kişiye aynı “iyiliği” yapmış, onlara İstanbul’un kapılarını açmıştı.

O da çok iyi biliyordu, taşra sıkıntısından bunalan her yaratıcıya eşit imkanlar sunan bir şehirdir İstanbul. Tıpkı Avrupa’nın Paris’i, Amerika’nın New York’u gibi...

Anadolu’dan kalkan bir tramvaya binen her “taşra sıkıntısından” mustarip yolcu, son durak İstanbul’da inmek ister aynı tramvaydan.

“Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaya” binmek ise bu şehre gelen herkese nasip olmuyor ne yazık ki.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp