Top
13/12/2023

Erdal Eren... Oğuz Atay!

Bugün 13 Aralık… Bundan 46 sene önce 13 Aralık 1977 Salı günü Oğuz Atay; “Tutunamayanlar” romanının kahramanı Selim Işık’ın intiharına benzer bir şekilde, arkadaşı Altan Gündüz’ün evinde banyoya girdi, kapıyı arkadan kilitledi, uzun bir süre çıkmayınca kapı kırıldı, içeri girdiler, ölmüştü, henüz 46 yaşındaydı.

Yine aynı şekilde bundan 43 sene evvel, 13 Aralık 1980 Cumartesi günü Erdal Eren, Mamak Askeri Cezaevinden gece yarısı alındı, Ulucanlar Cezaevi’ne götürüldü, orada darağacına çektiler. Mezar taşında yazılana göre 19 yaşındaydı.

Erdal Eren’i sabaha karşı idam ettiler; Oğuz Atay ise akşamüzeri öldü.

*

Uykunun en derin yerinde uyandırırlar idam mahkumlarını. Daha önce asılacağını bilmediği için o gece her zamanki gibi uyur mahkum, sabaha karşı uyku dipsiz bir kuyu gibi derinleşir, rüya aleminin saltanatı başlar. Sabahattin Ali’nin anlattığına göre eskiden, mahkumu idama götürürlerken hücresini kalabalık bir gardiyan grubu aniden basar, kendine zarar vermesin, devletten önce kendini öldürmeye kalkışmasın diye birkaçı ayaklarını, birkaçı ellerini tutar, birileri bağlar; karga tulumba götürülermiş idama, ama ille de sabaha karşı, uykunun en tatlı, en dayanılmaz anında.

Sabah çok erken uyandırılmaktan nefret edermiş Picasso, sabahın o çiğ ışığı sevmezmiş, sevgilisi bir sabah onu zorla uyandırmaya çalıştığında güçlükle gözlerini açmış, “Mahkumları neden sabaha karşı idama götürdüklerini şimdi anladım,” demiş.

*

Oğuz Atay’ın öldüğü sene, Erdal Eren liseye başladı. Oğuz Atay öldü ve Türkiye, tarihin en uzun üç yılına girdi. O üç sene boyunca kimse Oğuz Atay’ın adını anmadı. Varsa yoksa Erdal Eren gibi çocukların “devrimci mücadelesi”ydi. Ne olduysa memlekette o üç sene içinde oldu. Derneklerde bir araya gelmiş sol fraksiyonlar mitoz bölünmeye uğrayarak kendi örgütlerini, kendi illegal partilerini kurdu, herkes kendi dergisini çıkardı. O üç sene boyunca hiç çıkmadığı kadar dergi çıktı piyasaya. En çok da isminde “halk”, “devrimci” ve “demokrat” kelimesi geçen dergiler… Her dergi bir örgüttü, her örgüt devrimi ben yapacağım, onu kimselere bırakmam havasındaydı.

Gariban halk çocukları örgütler arasında pay edildi, ellerine birer silah verildi, sokaklarda ölüm kol gezdi. Oğuz Atay’ın deyimiyle “çocuk kalmış bir milletin” çocukları, birbirini kırmaya başladı.

*

“Devrimcilerin” karşısında “ülkücüler” vardı; devrimciler ülkücülere “faşist”, ülkücüler devrimcilere “Allahsız komünist” diyordu. Ülkücüler “Hira dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk bir ülkünün”; devrimciler ise “güneşi zapt edecek” kadar güçlü bir umudun peşindeydi. Devrimciler devrim yapacak, ülkücülerin alayını kurşuna dizecek, kalanları da Orta Asya’ya sürecekti. Ülkücülerin devrimde gözü yoktu, devrimi birileri yapmıştı, onların görevi devrimcilerin devrim yapmasını engellemekti o kadar. Türkiye, Müslüman ve Türk kalacaktı, komünistlerin alayı Moskova’ya postalanacaktı. Her biri küçük bir başbuğ olan o ülkücü gençler, o büyük günde o zamana kadar “seni sevirem” diyemedikleri muhayyel yavuklularını, bu muazzam güne şahit yapmadan ölmeyeceklerdi. İki tarafın silahlı güçleri de yoksul halk çocuklarıydı. İki grubun da sırtlarını ablalarının ördüğü el örgüsü süveter kazaklar ısıtıyordu; “ülkücüler” boğazlı kazak ve sarkık bıyıkla kendilerine şekil verirlerken, “devrimciler” askeri parka giyip bıyıklarına ayrı şekil veriyordu.

Ne olduysa Oğuz Atay’ın ölümünden sonra adının anılmadığı o üç sene zarfında oldu. Askeri postal moda oldu, askeri parka karaborsaya düştü, askeri marş sevdikleri şarkıların başına geçip oturdu o devrimci gençlerin, yanaşık düzen hayat her yere egemen oldu. Kıtlık oldu. Tüp gaz tükendi. Elektrikler kesildi. Gazyağı yoktu. Petrol fiyatları uçtu. Ekmekler bozuldu. Sigara tezgâh altına indi, şekere, çaya kıran girdi. Şehirler kirlendi. “Dünyayı bir karanlık kapladı. Fırıncılar kimseye ekmek vermedi. Şeker karaborsaya düştü. Matbaalar” sadece bildiri ve dergi basmaya başladı. Şehirlerin üzerini öldürücü kömür dumanı kapladı. “Göz gözü görmez oldu. Dost düşmandan ayrılmaz oldu. Herkes birbirine girdi. Ölüm sıkıyönetim ilan etti: kimse burnunu pencereden çıkaramadı. Çıkaranların burnu kırıldı. Düşünenlerin aklı tutuklandı. Düşünmeyenlerin korkudan akılları başlarından gitti. Akıl artık başka bir akıl oldu. Memleketi çılgınlık sardı. Aklı başında olanlar şiddetle cezalandırıldı. Deliler kefaletle tahliye edildi.” (Tutunamayanlar, s. 456) Oğuz Atay gibi yazarların kitapları tozlu raflarda unutuldu. Ölümü kutsayan bildiriler, “kanla kirlenmiş evrak” piyasayı sararak en çok satanlar listesinde gelip ilk sıraya kuruldu.

Sokaklar tenhalaştı, her köşe başında kurulan hain bir tuzakta, kalleş bir kurşun gencecik bir çocuğun bedenine saplandı. Cesetleri sokaklara düşen çocukların alınlarında “devrimci” veya “ülkücü” yazmıyordu ne yaşları ne de giyim tarzları onları birbirinden ayırıyordu. Sadece cenaze törenleri kimliklerini ele veriyordu. Bir tabutun arkasından gidenler “vaktimiz yok onların matemini tutmaya” diye şiir okuyup slogan atıyorlarsa bir solcu çocuk vurulmuştu; tekbir sesleri duyuluyorsa bir cenazenin arkasında ölen genç sağcıydı.

*

Erdal Eren, “Halkın Kurtuluşu” (Oğuz Atay büyük bir ihtimalle buna “halkındüşmanişgalindenkurtuluşu” derdi) örgütüne girdiğinde henüz on altı yaşındaydı. Yukarıda tarif ettiğim kaotik ortamın “belinde silahı olan çocuk askeri”ydi o da yüzlerce çocuk militan gibi. Ona o silahı verenler, “buna sahip çık, halkın kurtuluşu bu namlunun ucundadır” demişlerdi.

Büyük bir ihtimalle o çocuk, “halk nereden kurtulacak?” sorusunu sormamıştı o silahı beline takarken. Bu sorulacak bir soru değildi, halk baskıdan, zulümden, esaretten kurtulacaktı elbet. Peki halk nasıl bu duruma gelmişti? İşte bu sorunun cevabında anlaşamıyorlardı. Osmanlı münevverleri devleti kurtarmış, Cumhuriyet çocukları halkı kurtaracaklardı! Çünkü halkımız geri kalmıştı, ülkemiz az gelişmişti, üretim araçlarının üretici güçler üzerindeki hegemonyasını gün geçtikçe şiddetlendiren komprador burjuvazi, ne kompradoru henüz burjuvazi yok ki kompradoru olsun, banka sermayesi ile sanayi sermayesi, oligarşi diyeceksin ama memlekette yarı feodalizm var, ne yarısı bizim oralarda tamamen ağalarla imamlar, bırak imamı, imanı, dini, bu dil gericiliğe götürür bizi arkadaş, bizim yapmamız gereken şey halkımızı gericilikten korumak, gerilikten kurtarmaktır.

İşte halkımızla, ülkemizle ilgili aydınların yukarıdakine benzer monologlarını benzer kafa karışıklığını ölmeden önce “Oyunlarda Yaşayanlar” piyesine konu yapmıştı Oğuz Atay, Coşkun Ermiş bas bas bağırmıştı piyeste ama o piyesi kimse sahneye koymadığı için de “Coşkunun Tiradı”nını kimse duymamıştı, şöyle bağırıyordu Coşkun:

“Ey zavallı milletim dinle! Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü, ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? HİÇ UTANMIYORUZ. Size kendimden örnek vermek istiyorum.”

Oyun kahramanı Saffet, Coşkun’un kolundan çeker, “Hayır kendinden örnek verme” der telaşla, Coşkun kolunu kurtarır, “Hayır, milletime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmağa çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle. Fakat görüyorsun aziz milletim, aydınlar kolumdan çekiyorlar, beni yerime oturtmak istiyorlar. Hesaplaşma sırası kendilerine de gelir diye korkuyorlar. Onlara kötü örnek olurum diye korkuyorlar. Ey zavallı aydınlar dinleyin!” Saffet darılır, “dinlemiyoruz” diyerek Coşkun’u yerine oturtmak ister, “yeter artık” der, Coşkun “Yetmez. Bu fırsat bir daha elime geçmez. Bu fırsatı ben bile kendime bir daha vermem. Ey sevgili milletim, kendimde bu cesareti bulmak için dünya kadar içkiyi, çok kısa bir sürede içmiş bulunuyorum,” (….) Saffet, “Gidelim Coşkun. Hiç kimse kendi ülkesinde peygamber olamaz,” der, Coşkun, “Ölüm bile beni yalancı çıkarmak için uğraşıyor. Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. Hayat nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor? Ölümün bize bu kadar yaklaşmasına neden izin veriyoruz anlamıyorum. Tedbirlerimizi almalıydık; ölümün bizi böyle en hazırlıksız olduğumuz anda yakalamasını önlemeliydik. Bu hepimize bir ihtardır. Neden bahçeye bakıyorum, biliyor musun? Ölümü seyrediyorum.”(Oyunlarda Yaşayanlar, s.51-53)

Aslında Oğuz Atay öldüğünde ölüm o kadar ayyuka çıkmamıştı henüz memleket sathında. Ufak ufak öldürmeye başlamışlardı birbirlerini “çocuk kalmış bir milletin” çocukları… Ama ermiş yazar, kendisinden sonra olacakları önceden görmüş gibi yazmıştı piyesini, herkes büyük bir sahnede, berbat bir oyunun içinde debeleniyordu.

*

1980 yılının Ocak ayında Sinan Suner adında bir devrimci genç bir ülkücü polis tarafından vurulduğunda Oğuz Atay öleli üç sene olmuştu. Hâlâ kitapları gömüldükleri yerdeydi. Hastane yolunda kan kaybından öldü Sinan Suner. Karşı tarafa eylem için bir fırsat doğdu, cinayeti protesto için sokağa fırladılar. “Ölenler dövüşerek” ölmüştü, “güneşe gömülmüştü”, “vakitleri yoktu onların matemini tutmaya” ama gün de intikam günüydü. Bir gariban polisi öldürürlerse, teskere bekleyen kendi akrabaları bir jandarma erinin canını alırlarsa, “motorlar maviliklere doğru” harekete geçecekti. Bu amaçla savaşa gidenlerden birisi de Erdal Eren adında bir çocuktu. Erdal Eren’in “namlusunun ucunda halkın kurtuluşunu gördüğü” silahı da belindeydi. (Erdal Eren idam edildiğinde, “kemik yaşı küçüktü, inceleme istediler, yapılmadı, ailesi onu nüfusa büyük yazmıştı, aslında o henüz 17 yaşındaydı” diyenlerin hiç birisi “17 yaşında bir çocuğun belinde neden silah vardı, o silahı ona kim vermişti, kendi parasıyla alamayacağına göre mutlaka onu ona veren birileri vardı, o silahı ona verenler, en az onu idam edenler kadar o cinayetin suç ortaklarıdır” demedi.) Protesto yürüyüşü biterken sloganlar sustu, silahlar konuşmaya başladı. O sırada Zekeriya Önge adında bir asker “kör bir kurşunla” vuruldu. Erdal Eren “silahıyla birlikte” yakalandı. Yargılama başladı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin idam hükmünü Askeri Yargıtay bozdu, başsavcı itiraz etti, dosya genel kurula gitti, bozma kararı kalktı, idam kararı onaylandı.

Bu arada 12 Eylül askeri darbesi olmuş, dosya infaz için Kenan Evren ve arkadaşlarının önüne gelmişti, onlar da hemen onayladılar. “Asmayıp besleyecekler” miydi?

Astılar çocuğu.

*

Oğuz Atay’ın deyimiyle “kendini bile yönetmeyi beceremeyen”, henüz buna ehil olmamış küçücük çocukların “toplumu yönetmeye”, “ona yeni yollar göstermeye” kalkışmalarının sebebini neydi? “Tutunamayanlar”ın kahramanı Selim Işık bu soruyu şöyle cevaplar:

“Beni kötü yetiştirdiler, annem de babam da bana gerekli eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen yanlışlara. İnsan kendi bulurmuş doğru yolu ben bulamadım.”

O “doğru yolu” bulamayanlardan birisiydi Erdal Eren de.

*

Erdal Eren’in idam edildiği 13 Aralık 1980’den beri hakkında onlarca şarkı, bir o kadar şiir, hikaye yazılmasına sebep onu idama götürdüklerinde henüz 18 yaşını doldurmamış olması değildir bana göre; ondan önce nice çocuk öldürüldü sokaklarda, çok azı 18 yaşını geçmişti. Erdal Eren’i o günden bugüne gündemde tutan yegane şey artık bir “ikon” haline gelmiş olan Savaş Ay’ın çektiği o fotoğraftır. Sezen Aksu mu, yoksa Aysel Gürel mi koydu o fotoğrafa “Son Bakış” adını bilmiyorum, beraber çalıştıklarına göre ne fark eder ama o “son bakış” yok mu, hani “Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler… Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terk edişler… Bir an duruşu gibi ömrün gidişi gibi… Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler… Aman, aman, yandım aman kurşun gibi izler… Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda… Aman, aman acı yüzler kurşun gibi izler… Son bakıştaki gözler kaldı aklımızda…”

*

Baktıkça içimize bir kurşun gibi saplanan “son bakıştaki gözlerin” fotoğrafını, idamından on altı saat önce rahmetli Savaş Ay çekti. Darbeden iki üç ay sonra darbeciler, Emin Çölaşan ile foto muhabiri Savaş Ay’ın bazı mahkumları ziyaret etmelerine izin vermişti. Savaş Ay yarım saat vakit geçirmişti Erdal Eren’le, on altı saat sonra idama gidecekti. Avukatıyla görüştürülmediğini söylemişti Savaş Ay’a, kemik yaşının ispatı için inceleme talep etmiş, ret edilmişti, 18 yaşından küçük olduğunu söylemişti, ailesi yaşını nüfusa büyük kaydetmişti, vurduğu söylenen jandarma erine ateş etmişti evet ama uzaktan ateş etmişti, oysa er arkadan vurulmuştu, ibret olsun diye onu asıyorlardı, ölümden korkmuyordu.

Savaş Ay’ın o fotoğrafındaki munis, sokulgan gözlerin sahibi çocuğun ömür gidiyordu yanından jet hızıyla, o ise ölümden korkmadığını söylüyordu, kim ölümden korkmaz ki?

O gün bugün Erdal Eren’i hep aklımıza getiren şey Savaş Ay’ın bu fotoğrafıdır; tıpkı Vietnam Savaşı deyince bir polis şefinin Vietkonglu tutsağın şakağına dayadığı tabanca fotoğrafı; Halepçe deyince Ramazan Öztürk’ün çektiği çocuğuna sarılmış yaşlı baba fotoğrafı; mülteci deyince Bodrum sahillerine vuran kumsaldaki Alan Kurdi’nin bir güvenlik görevlisi tarafından çekilen fotoğrafı gibi… Baktıkça hepsi “kurşun gibi” saplar yüreğimize. “Aman aman, yandım aman”, hepsi “acı yüzler…”

*

Darbeciler, iddia edildiği gibi Erdal Eren’in 17 olan yaşını büyütüp onu idama gönderdiklerinde büyük bir cinayet işlediler bu kesin ama 17 yaşında bir çocuğun eline silah verip “halkın kurtuluşu” için onu tekin olmayan sokaklara salanlar, darbecilerden çok önce onun yaşını büyütmüş, onların daha sonra işleyeceği cinayetin suç ortakları olmuşlardı bile.

İşin tuhafı, o günden bugüne bunu hiç kimsenin konuşmamış olmasıdır.

*

Oğuz Atay ile Erdal Eren... İkisi de bugün, yani 13 Aralık'ta öldüler. Biri hakikatin peşindeydi, öteki ona ezberletilmiş sahte bir hülyanın... Ama ne yazık ki bu memlekette hakikat, hiçbir zaman sahte hülyalar, yalan dolan kadar itibar göremedi.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp