Top
10/12/2023

"Televizyonun resimsizi"; Radyo!

Akşam seyrettiğim bir dizi filmde, Nazilerin Paris işgali sırasında, şehrin bilinmeyen bir yerinden yayın yapan bir radyo istasyonunun peşindeki Gestaponun çaresizliğini; buna karşın büyük bir maharetle yayını yapan kör kızın her şeyi öğrettikten sonra direnişçilere katılmaya giden babasının tembihleyerek her gün aynı saatte okuduğu Jules Verne’in bir romanından bir bölümün satır aralarına şifreyle sakladığı mesajı ileten radyo yayınından ürettiği çareyi görünce, bir anda bir zamanlar hayatımızı şu andaki internet kadar işgal etmiş olan radyoya gitti aklım.

*

Siyah ile beyazı, sıcak ile soğuğu, gece ile gündüzü birbirinden ayırdığım gün, köydeki evimizde bir radyo vardı. Dikdörtgen bir kutuya benzer, etrafı siyah melaminle kaplı, önü camlı, üzerinde şehir ve ülke isimleri, dalga boyları yazılı, istasyon arama düğmesi sağ üst köşede bulunan, açılınca içten bir lambayla aydınlanan bir radyoydu. Patiska bezine güller işlenmiş, süslü bir örtüyle üzeri örtülür, annemin sandığının üzerinde, başköşede dururdu.

Koca köydeki tek radyoydu bu radyo ve babamın ismiyle anlıyordu. Onu Musul’dan getirmişti babam ben doğmadan önce, köylüler kafileler halinde onu dinlemeye veya görmeye gelirlerdi bizim eve.

Yazın yaylaya gittiğimizde o da bizimle beraber gelirdi. Yedi yaşından itibaren ışıktan mahrum kaldığı için, görmek istediği her şeyi gönül gözüyle gören Kadir Abimin en yakın arkadaşıydı. Bu yüzden yaylaya da gelmek zorundaydı. Kadir Abim çadırın altında otururken radyoyu sağ yanına alır; ajans ve müzik saatlerini ezbere bildiği için müzik saatinde sesini sonuna kadar açar, bir anda Bağdat’tan Kürtçe yayın yapan istasyondan İsa Berwari’nin “Bahareeee” diye başlayan ve şimdi de her duyduğumda beni çocukluğumun o dağ başı yaylasına götüren ferahlatıcı sesi yükselirdi.

Bizim evimizdeki radyo sadece Kürtçe biliyordu. Çünkü bütün ev ahalisi sadece Kürtçe biliyordu. Bu yüzden Bağdat, Erivan ve Tahran’dan yayın yapan Kürtçe radyoları diniyorduk, Cemal Süreya’nın demesiyle;

“O yıllarda ülkemizde

Çeşitli hükümetlerle

Yetmiş iki dilden

İkisi yasaklanmıştı:

İkincisi Türkçe” ise, birincisi Kürtçeydi.

*

İnsan hafızası üç yaşına kadar geriye gidebiliyor derler. Öncesi karanlıktır. Demek ki radyodan çıkan, bir daha da hafızamdan çıkmayan, nereden geldiğine bir türlü akıl erdiremediğim o büyülü sesler o zamandan kalmış olmalı aklımda. “Radyo Benjamin” adında bir kitabı da olan, faşistler iktidara gelmeden önce uzun yıllar çocuklara yönelik bir radyo programı yapmış büyük alim Walter Benjamin, çocuklar için “kaynağı görülmeyen ses, kökeni saptanamayan, yeri belirlenmeyen ses” diye tanımlar radyodan çıkan o sesi. Ben radyo açıldığı andan itibaren, yanına oturur, o sesin “kaynağını” düşünür, “o sese bir köken, bir beden arardım” büyük bir merakla. Bu konudaki hiçbir soruma, hiç kimseden beni tatmin eden bir cevap alamadım. Birileri mi söyledi, ben mi öyle hayal ediyordum bilmiyorum, -mutlaka size de öyle gelmiştir- bana göre radyonun içinde, o dikdörtgen kutunun derinliklerinde birtakım küçük adamlar, küçük kadınlar vardı, Kadir Abim düğmeyi çevirerek onların konuşmasına, şarkı söylemesine izni veriyordu. Ama istasyon düğmesini çevirdiği anda, her durakta bilmediğim dillerden kelimelerin kulağıma çalınması benim için ayrı bir muammaydı. Neden her istasyonda Kürtçe konuşmuyorlardı ki? Zira o zamanlar ben bütün dünyanın Kürtçe konuştuğunu sanıyordum. Henüz başka bir dilden hiçbir kelime çalınmamıştı kulağıma.

*

Almanya’da faşizmin gemi azıya aldığı 1933-45 yılları arasında Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı yapmış, Hitler’in en yakın arkadaşı, en sadık fedaisi, coşku dolu, enerji fışkıran üstün bir hitabet yeteneği olan, gelmiş geçmiş en büyük ajitatör olarak tarihe geçmiş, “yalanı” üstün bir meziyetle muazzam bir propaganda aracı haline getirmiş, Hitler intihar ettikten sonra bir günlüğüne Üçüncü Reich’in başına geçmiş, intihar etmeden önce çocuklarına siyanür içirerek öldürmüş Joseph Goebbels der ki;

“Radyo olmasaydı, biz iktidara gelemezdik!”

Sahiden de Hitler ve avanesini Almanya’da iktidara getiren radyoydu. Radyonun istendiği zaman ne kadar güçlü bir propaganda aracı haline gelebileceğini ilk keşfeden Goebbels’ti. Goebbels, propagandadan sorumlu mevkiye geldiğinde büyük bir kampanya hazırladı; her eve bir radyo kampanyası! Alman ahalisi fakr-u zaruret içindeydi, radyo lüks bir aletti, faşistler devlet desteğiyle halka çok ucuz fiyata radyo satmaya başladı. 1936 Berlin Olimpiyatları’nın radyodan yayınlanacağı duyurulunca da radyo peynir ekmek gibi kapışıldı. Bunu fırsat bilen faşistler propagandaya hız verdi. Alman sanayisi her geçen gün gücüne güç katıyor, ekonomisi şahlanıyor, işsizlik ortadan kalkıyor, geniş, düz yeni yollar açılıyor, yeni fabrikalar her gün üretime başlıyordu! Halk görmese de duyuyor, başarılarıyla heyecanlanıyor, milliyetçilik her geçen gün güçleniyor, Ari ırkın dışında kalanlara karşı her geçen gün öfke büyüyordu. Büyük fabrikaların, okulların, iş yerlerinin yemekhanelerine, toplanma alanlarına, ahalinin biriktiği mekanlara radyolar konuluyor, sesleri sonuna kadar açılarak propaganda makinası çalıştırılıyordu. Goebbels şeytan adam; bunlarla yetinmiyor, özel olarak görevlendirdiği “radyo bekçilerini” bu alanlarda devamlı gezdirerek, halkın doğru istasyona kulak verip vermediğini de denetliyordu.

Bu keskin mesajlar, birtakım etkileyici müzikler eşliğinde ahalinin beynine enjekte ediliyor; halk da radyoda yapılan bu yoğun propaganda yağmuru altında her geçen gün kendisiyle, üstün ırkıyla, yenilmez milletiyle, büyük ülkesiyle gurur duyuyordu.

Hitler orduları Polonya’ya girdikten ve dünya yeni bir harbin içine yuvarlandıktan sonra Almanya’da radyo halen başroldeydi. O tarihten itibaren “Almanya’da yabancı radyolardan yayılan haberlere itibar eden ve onları yayan kim olursa olsun idama mahkum edilir” kanun maddesi haline gelir.

Ordularının Paris’e girdiğini Alman halkı yine radyodan öğrendi. Ama arkasından gelen hiçbir yenilgileri radyoda haber olmadı. Bu yüzden kulakları radyolarda bedenleri silah fabrikalarında köle gibi çalışan Alman halkı hâlâ parça parça dünyayı ele geçirdiklerini sanıyordu. Ta ki günün birinde bombardıman uçakları Berlin’in semalarında belirip üzerlerine tonlarca bomba yağdırdığını kendi gözleriyle görünceye kadar. Hemen arkasından 23 Nisan 1945 günü Kızıl Ordu Berlin’e girince artık radyonun yalan söylediğini anlarlar.

*

“Gramofon ve Yazı Makinesi” hikayesi, Sait Faik’in “Mahalle Kahvesi” kitabında yer alır. Hikâye 1946’nın Ağustos’unda “Varlık Dergisinde” yayınlanmış. Bu hikâyede büyük hikayeci, o sırada memleket sathına yeni yeni yayılan üç aletten, “gramofon”, “yazı makinesi” ve “radyo”dan bahseder. Anlatıcıya göre “gramofon” başlı başına “bir fikirdir”, “yazı makinesi harflerin imzası gibi bir şey”dir ama radyo onlara benzemez, “radyonun gramofonla alakası yoktur” dedikten sonra radyo hakkında şunları söyler:

“Radyoyu sevmem de. Ayıp ama, yalan gibi gelir bana Paris’teki adamın odamda konuşması. Hani odamda konuşmuş değil a, -konuşturur muyum gevezeyi- sözün gelişi! Hem sonra radyo istasyonları kendi canı çektiklerini bana dinletiyorlar. İstemiyorum belki başkasının bana şunu bunu dinletmesini! Ben okuyacağım kitabı nasıl kendim seçersem, dinleyeceğim güzel sesli kadını da kendim seçmeliyim. Mektepte miyiz canım? Bana hiç olmazsa bu hakkı versinler alem de odamda olsun! Sevmiyorum şu radyoyu, zorla değil a! Ne kadar münasebetsizlikleri vardır, komşuları rahatsız etmekten tutun da… Hele o büyük burjuva olmak hevesine ne buyurulur? Herif kasaptır. Karısı tutturur, bir radyo al diye. Alamaz adamcağız. Bir gün vurur birkaç yüz lira, manda etini dana diye yutturmaktan, tek yeşil gözlü bir radyo ile eve döner. Akşamleyin, aman Allahım! Nerelerden ne sesler. Hanım da böbürlenmekten dinleyemez ki. Bin türlü kötülüklerde de kullanılır. Casusun biridir, edepsiz! Adımını atamazsın dünya yüzünde onun haberi olmadan, koca bir devlet olsan bile, polis otomobillerinin içine mi girmemiştir. Amerikalı hırsızların otomobillerinde alıcı vericisi bile varmış diyorlar.”

Radyonun kendisinde yarattığı hayal kırıklığını da şöyle anlatır hikayenin anlatıcısı:

“Daha daha insanın muhayyilesini bozar o makine! Mesela ben sanırdım ki, Hindistan’da Hindistan’a göre bir musiki vardır. Yıldızlı Hint geceleri, Ganj nehri, timsahlar, mabetler, filler, büyük gözlü, büyük memeli, şehvetli kadınlar, paryalar, bin dinin bin bir ilahisi, yılan ıslığı zehir, mücevher, inci, gözünü açmış milyonla okumuş adam, ipekler, lahur şal, hattı üstüva ormanı… Bütün bu karışıklığın, acayipliğin, şiirin memleketinden ince, hasta, mızmız bir musikiyi ilk defa radyoda dinledim. Yazık oldu tahayyüllerime!”

*

Sait Faik, bu hikâyeyi yayınlamadan yirmi sene evvel, 6 Mayıs 1927 günü “İstanbul Radyosu” Sirkeci’deki Büyük Postane’nin bodrumunda yayına başladı. Henüz evlere radyo denilen alet girmemiş, alıcı yok yani… Bu yüzden, postane binasının büyük kapısının üzerine bir hoparlör yerleştirirler, akşam saatlerinde başlayan yayını o hoparlöre bağlar, dışarıda biriken kalabalığa dinletirler. Şehre efsunlu bir şey gelmiş, ahali bu sihirli şeye kulak verecek, akşam eve gidince evdekilere anlatacak, onlar komşulara anlatacak, böyle böyle kulaktan kulağa yayıla yayıla herkes radyo yayınından haberdar olacak, mümkün olan her eve sokulacak, millet bu asri icadı benimseyecek, yavaş yavaş “gavur icadı” bir yeniliğe daha alışacak, böylece “çağdaş uygarlığa” giden yolda bir merhale daha tamamlanmış olacaktı!

Radyo yayını fikri ilk olarak karikatürist Sedat Nuri Bey’in aklına gelmiş galiba. Zira daha önce telsiz verileriyle uğraşmış, bunu radyo yayıncılığına dönüştürmeyi düşünür. Türkiye İş Bankası’nı kurmuş ve o sırada Umum Müdürlüğünü yapan Celal Bayar’a gider. Bayar, durumu Mustafa Kemal’e bildirir, Ankara’ya çağırırlar Sedat Nuri’yi. “İstanbul Radyosu” adında bir radyo kurma fikrini Atatürk onaylayınca Türkiye İş Bankası ve Anadolu Ajansı’nın 150 bin liralık sermayenin yüzde 70’ine sahip olması şartıyla, 8 Eylül 1927 günü “Türk Telsiz ve Telefon Şirketi” kurulur. Sedat Nuri Bey’den başka şirketin diğer ortakları Gümüşhane Mebusu Cemal Hüsnü Taray ile gazeteci Falih Rıfkı Atay’dı.

İstanbul Radyosu’nun ilk canlı yayınını Mustafa Kemal, yeni uygulamayı yaygınlaştırmak amacıyla Türkçe ezanda kullanmak istedi. Ezanı Türkçeleştirmek ta meşrutiyet yıllarında beri seküler Türk münevverinin aklından geçen bir şeydi. Cumhuriyet’ten çok önce bu hayalini Ziya Gökalp şöyle şiire dökmüştü:

“Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

Ziya Gökalp’ın hayal ettiği şartlar olgunlaşınca, 1932 yılında Atatürk’ün teşvikiyle ulema arasında Türkçe ezan okunmasının dinen caiz olup olmadığı tartışması başlar ve “caizdir” kanaatine varılır. Bir heyet bu işle görevlendirilir. Her şey hazır olduğunda radyo devreye girer.

30 Ocak 1932 gecesi Kadir Gecesi’ydi. O gün İstanbul Radyosu canlı yayına başlayacak, ilk canlı yayınını da Ayasofya Camii’nde yapacaktı. O gece, ilk Türkçe ezan, İstanbul radyosu aracılığıyla, evlerinde radyo bulunan herkesin evine girdi. Ezandan sonra Mevlüt’le devam etti yayın.

*

Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesini ahali; 27 Mayıs 1960 günü, Albay Alpaslan Türkeş’in o tok sesiyle radyodan duydu. Televizyon gelinceye kadar, daha sonraki her askeri darbe girişiminde ilk zapt edilecek kale, radyo evi olarak görüldü. Misal, Talat Aydemir radyo kalesini kaptırınca, kelleyi de kaptırdı!

Şimdi televizyon hayatımızda neyse, televizyon gelmeden önce radyo da öyleydi, radyo “televizyonun resimsiziydi.”

Evlere reklamları radyo soktu. Reklamcılık yaptığım yıllarda toprağı bol olsun Eli Acıman’dan ne çok radyo hikayeleri dinledim. Bir kampanyada radyo hediye etmek istemişler de insanlar birbirini ezmeye kalkışmış. Her marka bir ara kendi adıyla radyoda birtakım etkinlikler düzenliyormuş. Bunlardan birisi de “İpana”dır. Millete diş fırçalatacaklar, “diş hekimlerinin tavsiyesi” dişlerde sıfır çürük, ahali bembeyaz gülecek, derken Orhan Boran, 1950’li yılların sonunda, 60’ların başında radyo için “İpana 21 Puan Bilgi Yarışması”nı sunmaya başlar. Yarışma saatinde memlekette nerede bir radyo varsa herkes onun başına toplanır, gazeteler geniş yer ayırır, memleket sathında hayat dururdu o anda.

Bu yarışmada ilk defa bütün soruları bilip 21 puan tutturan ilk yarışmacı, Orhan Pamuk’un babası Gündüz Pamuk’tur.

O sırada genç bir mühendis olan ve boş zamanlarında da “Pazar Postası”nda çalışan Oğuz Atay da bu yarışmaya katılır.

Yarışmanın soruları alanında bilgili uzmanlar tarafından hazırlanıyordu. Orhan Boran’ın ağzından çıkan ve yarışmacıya, “Düşünün ve bir kerede cevap verin” cümlesinden sonra gelen oldukça zor sorulara cevap verebilmek her babayiğidin harcı değil, bu iş için oldukça geniş bir bilgi birikimi lazımdı. Sorular şuna benzer şeylerdi:

“17. yüzyılda yazılan ‘L’art Poetique Şiir Sanatı’ adlı eserin yazarı kimdir?” (Cevap: “Boileau”) veya “Jean Champollion adlı bir Fransız arkeoloğu bir buluşu ile tarihe geçmiştir. Bu buluş nedir?” (Cevap: “Hiyeroglifi ilk okuyan bilim adamıdır”); ya da “Okyanusu ilk defa aşan Amerikalı kadın havacı kimdir?” (Cevap: Amelia Earhart)… Yarışmanın sponsoru Eczacıbaşı’dır ve seriyi tamamlayan yarışmacıya verilen ödül 12 bin TL’dir. Bu meblağ o tarihler için oldukça yüksek bir paradır. 21. soruya yaklaştıkça heyecan milli maç heyecanı kadar yükselirdi.

*

Yıldız Ecevit’in yazdığına göre Oğuz Atay, soruların neredeyse hepsini büyük bir rahatlıkla cevaplar. Kuvvetli bir hafızası var romancının. “Tutunamayanlar”da “Süleyman Kargı” adıyla roman kahramanı haline getirdiği arkadaşı Vüs’at Bener, “Ben hayatımda bu hafızaya sahip iki kişi gördüm, biri Oğuz Atay, öteki de Nurullah Ataç’tır,” der. Yıldız Ecevit şunları yazar “Ben Buradayım” adlı biyografi çalışmasında:

“Tutuna­mayanlar’ romanı, Batı kültür dünyasından 133 ve Türk kültür dünyasından 29 isim ve şaşırtıcı ayrıntılar içerir. Bunların, yaz­ma edimi sırasında araştırma sonucu metne katılan isimler/öge­ler olmadığı, yazarın güçlü belleğinden doğaçlama olarak kur­maca dokuya ilmeklendiği büyük bir olasılıktır. Romanda Tur­gut'la Selim'in yaptığı bir konuşmanın odağında da bu güçlü bellek konusu yer alır: ‘Ne kadar çok şeyi birden aklında tutardı gerçekten. Ona gereksiz bir sürü şey bildiğini söylerdim. 'Bir yerde lazım olur' derdi. 'Biz harp çocuğuyuz. Hiçbir şeyi atamayız kolay­ca. Ona da bir müşteri çıkar.” (“Tutunamayanlar s.92)

Oğuz Atay’ı radyo yarışmasına katılmaya, yakın çevresi ikna eder. Zorlanmadan yarışmayı tamamlar ve ikinci kez yarışmaya katılma hakkı elde eder. İkinci katılımda son soruyu bilemez ve elenir. Elenmesine sebep olan soru meteorolojiyle ilgilidir. “Akdeniz havzasında çölden kıyılara doğru esen sıcak ve kuru rüzgarın adı nedir?” sorusunun doğru cevabı olan “sirokko rüzgarı”nı bilemez ve yıllar yılı bu kelime yakın çevresinde bir şaka olarak ona karşı kullanılır.

*

Meşhur anekdottur, şöyle:

Vakti zamanında BBC bir araştırma vesilesiyle bir grup çocuğa “Televizyonu mu, yoksa radyoyu mu daha çok seviyorsun?” sorusunu sorar. Herkesin cevabını bildiği bir sorudur bu aslında, çocukların alayı nasılsa “televizyon” diyecek, beklenti bu yönde. Ama gelin görün ki bütün çocuklar aynı fikirde değil, bazıları da “radyo” der. Hemen peşinden gelen “Niçin radyo?” sorusuna çocuklardan birisi şu cevabı verir:

“Çünkü radyo dinlerken daha güzel şeyler görüyorum.”

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp