Top
08/02/2023

6 Şubat 2023, Pazartesi

Merkezi Kahramanmaraş’ın Pazarcık kazası olan o korkunç depremin haberini İstanbul’da; Hollanda’da yaşayan bir arkadaşımdan öğrendim. Gece geç yatmıştım; içime doğmuş gibi hafif bir deprem korkusuyla girmiştim yatağa. İstanbul’daysanız bu korkuyu yaşamadan yatağa girmek zor zaten. Gece bir kez uyandım, şiddetli lodos vardı, pencerenin dışında bir şey bir şeye çarpıyordu. Gıcırtılar geliyordu sağdan soldan. İyi şeyler getirmeye çalıştım aklıma, tekrar uyudum.

Eminim siz de yapıyorsunuz; gecenin bir saati beklenmedik uğursuz bir haber ulaştırır diye, telefonumu başucuma, çoğunlukla yatakta okuduğum kitabın üzerine koyarak uyurum.

Nasıl derin uyuduysam artık, sabah saat 07.54’te telefonun sesiyle açtım gözlerimi. Arayan Hollanda’da yaşayan arkadaşım Salih’ti:

Uyku sersemi, “Efendim Salih,” dedim.

“Abi iyi misin?” dedi.

“Niye sordun, ne oldu ki?”

“Türkiye’de büyük bir deprem oldu, haberin yok mu?”

“Ben İstanbul’dayım, burada bir şey yok,” dedim.

“Şükür,” dedi.

Telefonu kapattım ve hızlıca yataktan çıkarak salona geçtim.

Böylesi durumlarda herkes aynı şeyi yapar, hemen televizyonu açar. Meğer birkaç saatten beri bütün kanallar deprem bölgesinden yayına başlamışlar. Hızlı hızlı Habertürk’ü aradım, bir süre olup bitenleri oradan takip ettim. Sonra dolaştım kanalların arasında, herkes aynı haberleri veriyordu, bir kanal hariç… Herkesin adını bildiği ana akım kanallardan birinde sarışın, çekik gözlü, televizyonların sabah programları arasında hep birinci, herkesin, özellikle ev kadınlarının onsuz güne başlamadığı anlı-şanlı sunucusu hanım hiddetli bir şekilde birilerini azarlıyordu. “Neden annene haber vermedin? Ben anneme söylemeden hâlâ adım atmıyorum,” diyerek bir genç kızı sigaya çekiyordu. Felaket gelmiş, dünya memleketin başına yıkılmış; sarışın, çekik gözlü Japon hanım ve yanındaki kolaylaştırıcı avukatla birlikte zerre kadar gündeminden kopmamış, bir toplumsal meselemizi kanırttıkça kanırtıyor, evden mi kaçmış, kaçmış da birilerini mi vurmuş, seyrettiğim o birkaç dakika içinde anlamadığım mühim bir aile meselesini çözmeye çalışıyorlardı. Herhalde bant yayındır dedim, yoksa böyle bir günde, memleketin bağrına şivan düştüğü bir felaket anında, bu programı seyredecek insan evladı yoktur bu memlekette diye düşündüm; hayır yanılmışım ekranın köşesinde nal gibi “canlı” ibaresi duruyordu. Hemen kaçtım oradan…

Sonrası uzun, çok uzun bir gündür.

*

Depremin etkili olduğu mıntıkada yaşayan dostları, akrabaları, tanıdıkları aramakla geçti bir süre. Televizyon açık, kısa süre içinde herkes ekranın sağ köşesine siyah yas kurdelesini koydu, saat 12’ye geliyordu, arada bir “acaba deprem yayınına geçmişler mi?” merakıyla çekik gözlü sunucu ile bıyıklı semiz avukat arkadaşına döndüm baktım, pozisyonlarını zerre kadar değiştirmemiş hâlâ aynı meseleyi çözmeye çalışıyorlardı.

Ölü sayısı artıyor, hükümet açıklamalar yapıyor, yardım etmek isteyenler çırpınıyor, memleket tek yürek olmuş, aynı acının içinde debelenip duruyordu.

Nedendir bilmem, bu gece haber kanallarının ekranlara getirecekleri tartışma programlarını düşündüm. “Altılı masa, Meral Hanım ne demek istedi, Kemal geliyor Kemal, Bay bay Kemal” gibi güncel meselelerden muhtemelen mahrum kalacağız bu gece diye düşündüm. O terimlerin yerini, “sismik boşluk”, “fay hattı”, “fayların segmentasyonu”, “odak noktası”, “odak derinliği” gibi kelimeler tekrar hayatımıza girecek; haftanın dört günü benzer kanallara yorgan döşek serdikleri için artık o stüdyolarda yatıp kalkıyor izlenimi veren, bu yüzden canlı yayında tırnak kesen, saç tarayan siyasi yorumculardan mahrum kalacağız diye düşündüm bir süre. O adamlara birazcık üzüldüm. Garibim çoğu evdeki yerini yadırgayacak bir süre, eşini fikrine katılmayan rakip yorumcu sanıp “dur sözümü kesme terbiyesiz” diye çıkışıp aile saadetini tehlikeye düşürecek, su getiren kızını kameraman sanıp su bardağına gülümseyerek bakacaklar.

*

Sonra bir çocuk çıkardılar enkazın altından. Yüzü güleçti. Şaşkındı, etrafa tuhaf tuhaf bakıyordu. Kimdi bu insanlar, biraz önce geniş bir rüyanın içindeydi oysa, bir kelebek kovalıyordu, kelebek çiçekten çiçeğe konuyordu, bırakmayacaktı peşini, o koşuyor, kelebek onunla oyun oynuyordu, amacı kelebeği yakalamak değildi, bir süre sonra kelebeğin başlattığı oyun onun da hoşuna gitmiş, onun bir parçası olmuştu. Sonra aniden bir ses gelmişti kulağına, şiddetli bir rüzgar esmişti, sanki o çiçek tarlası bir anda göçmüş, toz duman içinde kalmış, gözlerini açmaya çalışmış ne kelebek ne de annesi vardı yanında.

Sedyedeydi çocuk. Gözleriyle kameralara, dolayısıyla hepimize bakıyordu. Uzaktan bakıyordum ona. Ama yanındakiler de ona ne olduğunu anlatamazlardı. O yaşlarda hiç zelzele yaşamamış bir çocuğa zelzeleyi anlatamazsınız. Şimdi sorsa zaten bu hengamede cevabını alamaz ama diyelim ki birisi olup bitenleri anlatmaya çalışsa, belki de “rüzgar benzetmesiyle” yaklaşabilir ona. Bu yaşlarda bütün çocuklar rüzgarın ne olduğunu bilir. Çok merak ederse eğer, bir Japon yazarı yapmıştı benzetmeyi, zelzeleyi ancak, “rüzgarın yerin içinde geçtiğini” anlatmakla anlatabilirsiniz bir çocuğa.

O rüzgar beni de çıkardı sokağa. İstanbul ne alemdeydi? Kuvvetli kar yağışı var diye mektepler tatildi ama ben dışarı çıktığımda hava güneşliydi. Sokaklar doluydu. Hayat bir yandan devam ediyordu. Ne de olsa olay Anadolu’da geçiyordu. Bu memlekette yaşanan felaketin büyüklüğü çoğu zaman, hadisenin İstanbul’da olup olmamasıyla ölçülür. İstanbul’a yağmur yağsa Anadolu ıslanır ama Anadolu’yu sel götürse İstanbul ne olup bittiğini kolay kavramaz. Geçmişte de böyleydi. Anadolu’nun kaderini hep İstanbul belirledi. İstanbul aydını yön verdi memlekete, İstanbul’da çıkan gazeteler bir libas giydirmeye çalıştı Anadolu’ya. “Bir Zamanlar Anadolu’da” olup bitenler sadece sanatın, sinemanın, romanın konusu oldu. İstanbul Anadolu’nun yanı başındadır ama Anadolu İstanbul’a bir asır uzaktadır.

*

Hızlıca döndüm eve. Gece olan depremden daha büyük bir deprem daha olmuştu aynı yerde. Felaket an be an büyüyordu. “Milli yas” ilan edilmiş, ölü sayıları artmış, felaket asrın felaketlerinden birine aday olmaya doğru hızla gidiyordu.

Böylesi anlarda çaresizlik sadece gözyaşı döktürür insana. Enkazdan sağ çıkanlar yakın akrabalarını ne kadar sevindirdiyse bana o kadar gözyaşı döktürdü. Oğlumu düşündüm, kızımı… Birçok anne baba geceden hazırlamışlardı benimkilerin yaşındaki çocuklarını. Pazartesi günü okul vardı, hazırlıklarını yapmış, herkes o gün yapacaklarının planıyla girmişti yatağına.

Nedendir bilmem, Necip Fazıl’ın “Deprem” kitabına gitti elim. Sanırım bugün olup bitenlerle sadece isim benzerliği taşıyor kitap. Üstadın derdi biraz da ölümü anlatmaktır. Yoksa bir aşk hikayesidir küçük kitap. Hastanede konulan trajik bir teşhisle başlayan hikaye hastaneye gelmiş olan zengin Nihat ile hastanede işini yapan kimsesiz köylü kızı hemşire Selma arasında başlayan bir aşk hikayesi… Kitap tiyatro mu sinema senaryosu mu çok belli değil. Kitaptan bir bölüm şöyle:

“(Dağ evinin üst katındaki oda... Akşam oldu... Nihad, şezlogunda, anne, tekerlekli iskemlesinde, Selma bir iskemlede... Bir konsol saatinin tik takları...)

Nihad: Anne! Milyon, bir milyon tane birin toplamı değil midir?

Anne : Evet oğlum.

Nihad : Öyleyse hakikat milyonda değil, birde... Öteki sayı...

Anne : Anlamadım oğlum.

Nihad : O şey ki bulunabiliyor, bulunabildiği şey kadardır. Tabii yine anlamadın...

(Selma ve Anne Nihad'a tevahhuşla bakarlar...)

Nihad : Bir saniye yaşıyoruz, anne; 10 yıl, 30 yıl, 70 yıl, hepsi laf!

(Sükût... Uzun durak...) Nihad : Ne tuhaf! Ben ölüleri değil dirileri ölü görmeye başladım. Ölüyken ölüyoruz...”

*

Bütün gün ölü sayısı arttıkça çürük çarık bina enkazlarının altında kalıp da ölenlerin değil, dışarında kalmış biz dirileri ölmüş görmeye başladım. Ne çok izahat var hepimizde. Ama ne yazık ki, her izahatımızı siyasi fikirlerimiz biçimlendiriyor. Ölüme bile siyasetçi gözlüğüyle bakıyoruz, felaketlere de doğa hadiselerine de… Büyük felaketlerde bile ilk aklımıza gelen “siyasi ittifaklarımız” oluyor. Oysa bugün bizi birbirimize benzeten, aynı kılan, bu berbat dünyanın nimetlerinden daha fazla pay kapmak için kurduğumuz saçma sapan “siyasi ittifaklarımız” değil, zelzelenin hepimize bir gecede giydirdiği kara yas libasıdır.

*

Bir de “sosyal medya” dünyası var. Ben “sosyal medyadan” mahrum bir adamım ama sosyal medya kuburuna düşmekten de kurtulamıyorum. Meğer gün boyunca ne izahatlar dönmüş orada. Amerikalıların “haarp bombası” saçmalığından, yeraltından çıkartılan sulara, bulunan doğal gaza, elde edilen petrole kadar meğer depreme sebep neler neler varmış. 1500 yılında aynı yerde, Maraş’ta bir büyük deprem daha yaşanmış diye anlatır tarihçiler; o zaman ne Amerika vardı ne barajlar ne de bulunmuş doğal gaz… Aklı, 140 karakterden küçük olanların depremin oluş sebebine bulacakları izahat da böyle olur ancak.

Voltaire’e kadar insanoğlu zelzeleye akli bir izahat getirmekte güçlük çekti. Alim çıktı dedi ki, “Bu yaşadıklarımızın tanrısal adaletle bir ilgisi yok, yaşadığımız tamamen bir doğa hadisesidir”. Hıristiyan din adamları ayağa kalktı ama alim depremin fiziksel sebeplerini anlatmaktan geri durmadı. Bizim coğrafyamızda yaşayanlar da dünyayı öküzün boynuzları üzerinde duruyor (peki öküzün neyin üzerinde duruyor?), öküzün kulağına sinek kaçıyor, o da kulağını titretiyor, deprem oluyor sanıyordu. Jean-Jack Rousseau çıktı, Voltaire’de dedi ki, “Yaşadığımız acıların nedeni sadece jeolojik değildir, insanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor.”

Alim haklıydı. İlk zamanlarda zelzele hep yoksulları öldürüyordu. Evleri derme çatma, topraktan kilden, çamurdan sazdan olduğu için. Ama sonra yoksulların da yüksek apartmanlarda evleri oldu. Onların bir kısmı da gecekondularından çıkarak varsıllarla birlikte havaya doğru dikilmiş yüksek katlı apartmanlara taşındılar. Ama o apartmanların çoğu deniz kumuyla yapılmıştı.

Serdar Akar’ın meşhur filmi “Gemide”de Erkan Can depremi şu replikle tanımlamıştı:

“Bu dünya iki şeyden yıkılacak, bi binadan, bi de zinadan. Allah sonumuzu hayır etsin. Mahşer günü bütün binalar denize dökülecek. Batan bütün memleketler gibi... Deniz kumunu eninde sonunda geri alacak, çaresi yok bunun.”

*

Bu düşüncelerle, bu kaygılarla her memleket evladı gibi ben de akşamı ettim. Televizyonun başına geçtiğim andan 12 saat sonra Fatih Altaylı’nın Habertürk’teki programına işinin ehli Prof. Celal Şengör çıktı. Depremin teknik izahını en zeka yoksunumuzun anlayabileceği şekilde anlattı.

Depremin şiddetinin Hiroşima’ya atılan yüzbinlerce atom bombasının şiddetinden daha büyük olduğunu söyledi. Depremin bir doğal hadise olduğunu anlattı. Doğa bize göre kendini ayarlamaz, biz kendimizi doğaya göre ayarlayacağız. Deniz kumuyla ev yapmayacağız. Kendi evimizin malzemesinden çalmayacağız. Mobilya, araba satmak için apartmanın altındaki kolonu kesmeyeceğiz. Doğanın kalbi yoktur. Acımaz, gözyaşı dökmez doğa. Bildiğini yapar, sen tertibat almazsan canını yakar.

Bütün bunları yapmanın yolu da daha küçükken çocuklarımıza afetleri anlatmaktan geçer, onlara depremi öğreteceğiz. Kaldırdığımız coğrafya dersini geri koyacağız müfredata, jeoloji eğitimine önem vereceğiz.

Prof. Şengör anlatırken, memleketin dört bir yanından hâlâ Amerikalıların bombası, doğalgaz, barajlar, kuyu suları falan nidaları yükseliyordu.

Molozların altında ise binlerce insan nefes alacak bir delik arıyordu.

Hepimizin çaresizliğine lapa lapa kar yağıyordu!

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp