Top
06/12/2023

"Tutunamayanlar"ın yazılmasına yol açan "Olaylar"

27 Mayıs darbesinden sonra Basın Yayın Genel Müdürlüğü Hukuk Müşavirliğine getirilen Yüzbaşı Fikret Ekinci olmasa, İdris Küçükömer yurtdışından dönüp Kıbrıslı bir işadamından bahsetmese, arkadaşları gevşeyip kısır tartışmalara girmese; büyük bir ihtimalle Oğuz Atay büyük bir heves ve ciddiyetle sarıldığı dergi işini esas işi haline getirecek, muhtemelen kendini edebiyata vermeyecek, belki de “Tutunamayanlar” romanını yazmayacaktı.

Çünkü ona bu büyük romanı yazdıran şey “Olaylar” adını verdikleri dergi sürecinin akamete uğramasından sonra girdiği ruh halidir. O süreç boyunca romanına kahraman yaptığı çoğu insanı daha yakından tanımış; belli ki büyük umutlar bağladığı bu girişimin yürümemesi üzerine uğradığı hayal kırıklığı ona “beceriksiz ve korkak bir hayvan, dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamayan, erkekleri yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkaran, dişilerini aynı sesle çağıran, belirli bir aile düzeni olmayan, toplu yaşamayı bilmeyen, beslenme düzeninden yoksun, her şeyleri taklit, içgüdüleri gelişmemiş, hafızaları zayıf, avlanmaları kolay, insanlara zararlı mikroplar taşıyan, gittikleri her yerde hadise çıkaran, başları öne eğik gezen, ev düzenleri olmayan, çoğunlukla başkalarının evinde yaşayan” (Tutunamayanlar, s.149-150) “tutunamayanlar” üzerine uzun uzun düşünme fırsatı vermiş, ondan sonra da hepsinden uzaklaşıp onların romanını yazmaya karar vermiş.

*

“Tutunamayanlar”da “Orta Asya”ya dayalı bir genesis arama serüveninin parodisini yaptığı bölümde, uydurduğu “Kamus-u Berceste-i Türki”ye dayanarak önce Türkleri ve dilleri olan Öztürkçeyi anlatır Oğuz Atay.

“Türkler Orta Asya’dan anavatana göç etmeden önce bütünüyle kabile hayatı yaşıyorlardı” diyerek önce Orta Asya’da kurdukları “çadır medeniyetinden” bahseder. Dilleri Öztürkçedir Türklerin o zaman. Çadır hayatının bugünkü modern hayattan ne kadar farklı olduğunu, o zamanlar Öztürkçede “cam, hasır, kravat, kira, kiraz, hafif, masa, tabak, tabut, müzik, tahsil, mezar, karyola, kelime, cümle” gibi kelimelerin yokluğuyla açıklar. Öztürkçede o zamanlar bu kelimeler yoksa, demek ki çadırda yaşayan Türkler “camdan dışarı bakmıyor, hasır üstüne oturmadıkları için de meseleleri hasır altı etmiyor, kravat takmıyor, hafiflikten hoşlanmıyor, ev kirası vermiyor, kiraz yemiyor, masada yemek yemiyor, müzik dinlemiyor, öldüklerinde tabuta konup mezara girmiyor, mektepte tahsil görmüyor, dertlerini kelimeler yardımıyla cümlelere” dökmüyorlardı.

(Burada “mektebe” dair bir parantez. Roman kahramanı Turgut Özben’in “okulda” ilk öğrendiği şey, babasının onu yanlışlıkla “mektep” yerine “okula” göndermesidir. Okulun ilk gününde babasının “elifba” diye öğrettiği şeyin de “alfabe” olduğunu öğrenir. Okulla babası bir türlü anlaşamaz. Okulun ilk günü; bugün Kürtlerin oylarıyla seçilmiş Meclis’te bulunan bazı sosyalistlerin kaldırılmasına üzüldükleri “andımız”daki “büyüklerimi saymak-küçüklerimi sevmek” sözünü ters söyler, babasının “hoca” dediği “öğretmen” kulağını fena çeker, bu yüzden büyüyünce öğretmenliği yasaklamayı hayal eder, bir yandan da durmadan, “yurdumu sevmek, budunumu -bu budun kelimesi ona kasapta çengele asılı etleri hatırlatır- korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun,” deyip durur. Akşam eve gelir, babasına yanlış bildiğini, doğrusunu öğretmeninden öğrendiğini, “mektep” yerine “okula” gittiğini söyler. Babası, “Okul demek ekol demektir, Fransızcadan bozmadır,” der. Okula gider, öğretmenine babasının okula “ekol” dediğini söyler. Akşam babasına öğretmenin herkesin birbirini anlayacağı bir dil geliştirmeye çalıştıklarını söylediğini söyler. Ertesi gün öğretmenine, “Öğretmenim! Babam dedi ki milli mücadeleyi yapanlar dedi, ona milli mücadele demişler dedi, kurtuluş savaşı sonradan bulunmuş,” bu muhabbet böyle uzar gider.)

Orta Asya’daki dil Öztürkçe olduğuna göre, bize anlattığı hikayenin kahramanları olan Orkan Talmug, Salgan Saçak, Durman Elger, Yılgın Mete, Gökçin Karma, Kutbay Çalık ve Düzgen Silik adlı yedi genç de solcu gençlerdir. Orta Asya’da sağcılık henüz icat edilmemiştir o tarihte. (Sağcılık çok sonra, anavatandan Anadolu’ya gelirken İslam’la tanışmalarından sonra ortaya çıkar.) Bu yedi genç, yedi üyeli bir “Toplum Düzenini Toptan Değiştirme Kurulu” adlı bir örgüt kurarlar. Onları takip etmekle görevli “Güvenlik Kurulu” ajanları üstlerine, “bu yedi genç sabahlara dek içip duruyorlar, tehlike yok, takibe de gerek yok” diye rapor ederler. Yedi genç durmadan “toplumculuk” üzerine konuşurlar. Bir gözetleyiciyi içlerine sokarlar. Gözetleyici gençlerden birisine “toplumculuğun” anlamını sorar, “Kişilerin toplu olarak bulunmalarıdır komutanım,” cevabını alır.

Gençler kendi aralarında hep Öztürkçe konuştukları için bir “günlük betik çıkarmaya” karar verirler. Birisi “betik” (kitap) yerine dergi önerir, birisi de dergide komşu memleket “Çin’i” ön plana çıkarmayı önerir. Tartışma çıkar. “Çin’den bize ne? Türk budununun sorunlarına gelelim. Biz ne olacağız, sen onu söyle?” Gökçin köpürür; “Peki ne olacak Bilig-Tenüz İlkeleri? Oldu olacak, tenimizi sarıya boyayalım, bir de saçımızı örgü yapalım da Çinlilere benzemeyen yanımız kalmasın,” der.

Meseleyi bütün kurul üyelerinin bulunacağı bir birleşimde tartışmaya karar verirler. Ertesi gün çadırda yapılan toplantıda tartışma başlamadan önce herkes çok içtiği için esriktir. Türkü söylemeye başlarlar. Kutbay toplantıya bir de kız getirmiş, arkadaşlarına tanıştırır, “kendi elimle yetiştirdim bu kızı, yaman kızdır, bütün törelerle alay eder, babasına moruk der, çok ileri kafalı kızdır, Tanrıya inanmaz” der.

Tartışma başlamadan “usul yüzünden” birbirlerine girerler. Biri kımız çanağını yere vurup kırar. Kim divan başkanı olacak, kimin sözü uzun, kim kısa konuştu derken bir türlü ana meseleye gelemezler. (Günümüzün CHP Kurultayı gibi!) Kutbay, Yılgın’ı “bilinçsiz olmakla” suçlar. Ona “Yarından tezi yok betikevine gidip betik oku” der. Bunun üzerine Yılgın, “Ben okumam Kutbay! Bu çürümüş toplumda, geleneklerin üstümüze yığdığı bilgi süprüntülerini öğrenmem ben. Ben yeni bir düzenin kurulması için katkıda bulunurum ancak,” cevabını verir. Ama Kutbay, atının terkisindeki heybede betik bulmuştur, onları sorar, “onlar yetiştireceğim bir kız için” cevabını alır Yılgın Mete’den. Orkan araya girer, “Hepiniz, şu kızları yetiştirmeyi bıraksanız da biraz kendinizle uğraşsanız,” der ve nihayet gündeme sıra gelir. Orkan, koynundan akyapraklar (kağıt) çıkarır, önceden hazırlamış, önderliğini ilan eder, herkes içinden ona küfreder, Orkan’ın sevgilisi Çinlidir, söylevinin sonunda “Bat, acun bat,” diye bağırır. (Not: Buradaki “acun'un" vakti zamanında “maraba Televole” atasözüyle memleket kültürüne büyük katkı sağlamış olan bildiğimiz Acun’la alakası yok, Öztürkçede “acun” “dünya” demektir. Demek ki Orhan Gencebay’dan önce Oğuz Atay, “Batsın bu dünya” demiştir.)

Gökçin, Kutbay’a karşı çıkar. Kutbay ortamı yumuşatmak için, “Anlamsız, ereksiz kaynaşmış bir kitleyiz” der.

“Herkes iyice esrik (sarhoş) olmuştur. Toplu tartışma gruplara bölünür. İkişerli bölükler halinde tartışmaya devam ederler. Gökçin’le Kutbay tartışmayı kesip türkü söylemeye başlar. Salgın’la Kutbay içki yarışına girerler. Yenileceğini anlayan Kutbay, Salgan’ın kımız çanağını kırar. Salgan, Kutbay’a saldırır. Bir süre yerde yuvarlanırlar. Orkan da esrik olmuştur. Salgan’ı yerden kaldırır, birbirlerine sarılarak biçimsiz bir düzgün ayak (dans) yaparlar. Gün doğarken de ölmüş ozan Hakmat (Nazım Hikmet olsa gerek-MK)’tan toplumcu yırlar (şiir) okuyup hep birlikte gözyaşı dökerler güneşe karşı. Ve hep birlikte sızarlar.”

Ulusal Güvenlik ajanları üstlerine durumu şöyle rapor ederler:

“Yedi delikanlı, aylıkbetik çıkarmak için toplumcu zenginlerden, bir sürü para topladılar. Bu paraları dergi çıkarmaya yetmeyeceğini anlayınca paralarla birlikte bir gece yarısı kentten kaçarak Çin’e sığındılar.”

Sınır korucularına o gece aşağıdaki çok gizli buyruk gönderilir:

Sınırı geçecek yedi delikanlıya göz yumulması ve her türlü kolaylığın gösterilmesi. Bu durumun kendilerine belli edilmemesi. Sınırı geçtikten sonra geriye dönmeye çalışırlarsa içeri sokulmamaları.” (Tutunamayanlar, s.138-199)

*

21 Mayıs 1960 günü Harp Okulu’nda okuyan öğrenciler, okuldan çıkıp Ankara Atatürk Bulvarı’nda yürüyüşe geçer, “ordu ve gençlik ele ele” verir, 27 Mayıs 1960 günü “genç subaylardan” oluşan bir grup Milli Birlik Komitesi adı altında bir askeri darbe yaparlar. Solcular, bu darbeyi var güçleriyle alkışlar.

Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım…” (İletişim Yayınları) adını verdiği Oğuz Atay’ın biyografisinden gelişmeleri takip edelim.

Oğuz Atay, 1959 yılının Mayıs ayında Ankara’da yaptığı askerliğini bitirip İstanbul’a gelir. Mühendis olarak iş arar, Üsküdar araba vapuru ile Köprü ve Kadıköy yüzer iskeleleri inşaatlarının kontrol işinde çalışır. Genç, heyecanlı, idealist bir solcudur, inşaat işleri onu tatmin etmez. O sırada, Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas, çok uzun yıllar Ankara’da çıkardığı, şiirde İkinci Yeni Hareketi’ni başlatan “Pazar Postası”nı İstanbul’a taşımaya karar verir. İstanbul’da ilk sayısı 15 Mart 1959 günü çıkar, yazı işleri müdürü Mahir Kaynak’tır. Mahir Kaynak üsteğmen rütbesindeyken iki sene önce ordudan ayrılmış. İktisat Fakültesi’ne de bir yandan devam edip akademik unvan peşindedir, Milli Emniyete girmiş mi o sırada bilmiyorum ama Pazar Postası’nın etrafında biriken yazarların alayı solcudur. Zaten kısa bir süre sonra dergi Turhan Tükel, Doğan Dik, Sezer Tansuğ, Oğuz Atay, Özcan Köknel, Sencer Divitçioğlu, Emil Galip Sandalcı, Fethi Naci, Orhan Kemal, Doğan Hızlan, Ünsal Oskay, Demir Özlü, Halit Refiğ, Murat Sarıca’nın eline geçer. Sabahattin Selek ile Kemal Tahir de Cemil Sait’in iki yakın arkadaşı olarak arkadan destek verir onlara. Bir süre sonra “Pazar Postası” solcu gençlerin yayın organı olur çıkar. Oğuz Atay dergide canla başla çalışır, Cevat Çapan’ın deyimiyle “boş kalan yerlere çeviriler yapar”, yeteneğini her alanda kullanır büyük bir hevesle. O, haftalık derginin adeta adsız bir kahramanıdır.

Cemil Sait Barlas ile solcu gençler arasında yavaş yavaş fikir ayrılıkları su yüzüne çıkar. Bir gün Barlas, “Macar ihtilaliyle ilgili Sovyet karşıtı bir yazı getirir” solcu gençler basmazlar. Sorunlar derinleşir, 2 Ocak 1960 günü dergi kapanır.

Çok değil beş ay sonra askerler meşru yönetimi bir darbeyle devirip ülke yönetimini ele alınca, solcu aydınlar zil takıp oynamaya başlar. Yeni bir heyecan dalgası sarar her yeri… Abdülhamit’le gidip meşrutiyetle gelen, İttihatçılarla gidip Cumhuriyetle gelen, DP’nin iktidara gelmesiyle gidip 27 Mayıs darbesiyle Allah’a çok şükür tekrar geri gelen “hürriyet” herkesi havalara uçurur. “Pazar Postası” deneyiminden hayal kırıklığı yaşamış o gençler için de bir fırsat kapısı açılır. Madem hürriyet var, sosyalizm fikrini şimdi her yere yaymanın zamanıdır. Öyle ya, darbe yapan askerler de solcu, onlar da aşağı yukarı bizim gibi düşünüyor, şimdi sosyalist bir dergi çıkarmayalım da ne zaman çıkaralım?

Bu yeni dergi fikrini hayata geçirecek teşkilatlanmayı Oğuz Atay ile Turhan Tükel üstlenir. Darbeden hemen sonra, bir ay içinde dergi düşüncesi etrafında yaklaşık kırk kişi toplanır. Haber kulaktan kulağa yayılır, sayı her geçen gün artar. İşin içinde Kemal Tahir bile var ama yine perde gerisinde. Kadroda kimler yok ki:

Rekin Teksoy, Doğan Dik, Murat Sarıca, Cengiz Tuncer, Sencer Divitçioğlu, Selahattin Hilav, Cevat Çapan, Halit Refiğ, Özcan Öktem, Ok­tay Akbal, Orhan Şahinler, Kenan Bulutoğlu, Şaban Ormanlar, Süavi Barutçuoğlu, Halim Spatar, Gencay Gürsoy, Rana Kar­tal, Oğuz Atay, Uğur Ünel ve başkaları. Doğan Avcıoğlu ile İlhami Soysal da derginin Ankara ayağında görev alacaklar.

Bu bir solcu aydın hareketidir. Dalga dalga genişler, herkes heyecanlıdır. Derginin henüz bir mekanı yok, toplantılar evlerde yapılıyor. Bir toplantıyı da Oğuz Atay’ın Cağaloğlu’ndaki baba evinde yaparlar.

Memlekete “hürriyet” gelmiş, gelmiş de henüz “sosyalizm” kelimesine hürriyet gelmemiş olabilir, hafif işkillenirler. Bu yüzden ilk toplantıda, derginin adında “sosyalist” kelimesini geçirmemeye karar verirler, ihtiyatlı olmalı, “devrim yapmış”askerleri de zor durumda bırakmamalı! “Olaylar” adını uygun gördükleri dergi hiçbir kurum veya kuruluştan yardım almayacak, tamamı dergiyi çıkarmak isteyenleri bağışlarıyla finanse edilecek, kişi başı beşer taksitle 500 lira toplanacak, böylece bağımsızlığı muhafaza edilecek. İlk ayda toplanan para, bir yer kiralamaya yeter. Cağaloğlu’nda bir yer tutarlar, telefon bağlatırlar, antetli kağıtları bastırırlar, masa sandalye tedarik ederler. Tuttukları yerin bitişiğinde Tarık Dursun K.’nın kitapevi var. Çok titiz olan Tarık Dursun, her sabah dükkânın önünü süpürürken, büroya gelen gençlere, “sosyalist toplama kampına mı geldiniz” diye takılır.

“Olaylar” dergisi için yapılan resmi başvuruda derginin sahibi Rekin Teksoy, Yazı işleri Müdürü de Doğan Dik’tir. Oğuz Atay yine isimsiz emekçidir. Kağıt “tahsise” bağlıdır ve dergi için hayati öneme sahiptir. Kağıt işini sağlama bağlamadan işlerin yürümesi zor.

İşte tam bu sırada yazının başında sözünü ettiğim Yüzbaşı, Rekin Teksoy’un aklına gelir.

Rekin Teksoy, Yüzbaşı Fikret Ekinci’yle askerliğini yaparken tanışmış ve o zat şimdi darbeci askerler tarafından Basın Yayın Genel Müdürlüğü Hukuk Müşavirliğine getirilmiş, Teksoy, yanına Oğuz Atay’ı da alarak Ankara’nın yolunu tutar. Kağıt sorununu bu yolla çözecekler. Yüzbaşı Ekinci ihtilalin en güçlü adamlarından birisidir. İki genci iyi karşılar. Çay, hoşbeş derken gençler çıkarmak istedikleri dergiyi anlatırlar. Yüzbaşı yekten sorar, “eğiliminiz nedir?” diye, gençler belki de aynı anda, büyük bir özgüvenle, “sosyalistiz” derler neşeyle. Onların yüzündeki neşe, Yüzbaşının suratında “bu da nereden çıktı” ifadesine dönüşür. Yüzündeki ifadeyi değiştirmeden, “Ben sizin yerinizde olsam bu deriyi çıkarmazdım,” der onlara. Bu kez şaşkınlık ifadesi gençlere geçer ama Yüzbaşı yine de eli boş göndermez onları, SEKA’ya talimat verir. Daha sonra ortaya çıkar ki, Fikret Ekinci sosyalizm adını duyunca öcü görmüş gibi kaçan taifendendir.

Bundan sonraki aşamada, yukarıda “Tutunamayanlar”da dergi çıkarmak isteyen yedi gencin içine düştükleri duruma benzer bir durum ortaya çıkar. Bir toplantıda birileri Behice Boran ve eski tüfekleri de projeye dahil etme önerisini getirir, birileri “eski tüfeklerden” uzak duralım der, küçük küçük fikir ayrılıkları ufak ufak su yüzüne çıkar, ajanlık suçlamaları havada uçuşur, karşılıklı suçlamalar başlar.

1960 yazı, bütünüyle bu kısır tartışmalarla geçer.

Eylül ayında Turhan Tükel, Oğuz Atay’a dergi işinden ayrıldığını, kendisini dinlerse aynısının onun da yapmasını ister. Tükel, evliliğini bahane eder, Vatan’da iş bulduğunu söyler. Tükel’in ayrılması birçok kişiyi etkiler. Bir süre sonra gazeteci Sami Karaören, Rekin Teksoy’a, “Dikkatli olun, Milli Emniyet karşıda nöbet tutuyor, gireni çıkanı not ediyorlar,” haberini gönderir.

İdris Küçükömer o sırada yurtdışından dönmüş, Murat Sarıca aracılığıyla dergidekilerle görüşmek istediğini iletir. Bir toplantı düzenlerler. İdris Küçükömer, toplantıda Kıbrıslı bir iş adamının dergiye 100 bin lira vermek istediğini söyler. Bu haber her şeyin sonu olur. O zamana kadar yüzer liralık katkı payını ödemiş olanlar, nasılsa dışarıdan sermaye geliyor diye kalan paraları ödemezler. Ama Kıbrıslı meçhul işadamı da parayı göndermez. Dergiye gidip gelmeler azalır, toplantılara katılım düşer, yazı vermek isteyenler vazgeçer. Oğuz Atay, Rekin Teksoy, Doğan Dik, Cengiz Tuncer ve birkaç kişi ne yapacağını bilmez şaşkın adamlar olarak ortada kalır. Dağılmayı engellemek için uğraşırlar ama nafile. Günün birinde gemide kalanlar toplanır ve kapıya kilit vurma kararı alırlar. Toplanan paralar, masraflar düşüldükten sonra kalan az miktarı sahiplerine iade edilir. Bu işi Oğuz Atay üzerine alır, herkesin parasını elden teslim eder. (Romanda, paralarla birlikte Çin’e kaçarlar.)

O günden itibaren Oğuz Atay Türk sol hareketinden umudunu keser, hepsinden kaçar (ama Çin’e değil), yeni bir çevre edinir ve “Tutunamayanlar”ı yazmaya başlar. Uzun bir süreden sonra onunla Beyoğlu’nda karşılaşan dostu Halit Refiğ, ne yaptığını sorar, “Bir roman yazıyorum” der. “Ne anlatıyorsun romanda?” sorusuna da “Bizi” cevabını verir.

*

“Tutunamayanlar”da “Olaylar” hadisesinin parodisini, topladıkları paraları geri ödeyemeyince Çin’e kaçan yedi gençle anlatır Oğuz Atay… Bu olay veya başka bir olay fark etmez; Türkiye’de sağcı olsun solcu olsun bütün aydınlar hep bir dergi hayaliyle yatıp kalkarlar. Ah bir dergimiz olsa! Dergi olunca her şey olur sanıyorlar.

Ama özel olarak “Olaylar” hadisesi “Tutunamayanlar”da önemli bir yer tutar. Bu dergi macerasında yaşananları, “kendini anlatmak için intihardan başka bir çare görmeyen” roman kahramanı Selim’in bir rüyasına konu yapar Oğuz Atay. Absürt bir oyun metni tekniğiyle yazılmış o bölümde Hitler’den Abdülhak Hamit’e, Maksim Gorki’den Osman Hamdi Bey’e, Namık Kemal’den Alpaslan’a, Ziya Gökalp’ten romanın kahramanlarına kadar bir yığın şahsiyet var. YÜZBİN adında bir kahraman da var ki, muhtemelen o da 100 bin lira vereceği söylenen Kıbrıslı işadamıdır.

O metinden bir bölüm şöyle:

TÜRKBARIŞGÜCÜ: Burada toplanmaktan sosyalizmse mak­sadınız, onu tarihler içine sığdıramayız.

BURHAN: Benim başkan olmam normaldir.

SELİM: Bu toplulukta, bazı eski tüfekçilerin bulunması, bazı art niyetlileri tedirgin ediyorsa, buyursunlar gitsinler.

DELİKANLI: Şimdi haber aldığımıza göre kapıda bir takım... (Heyecandan sözünü bitiremez. Yuh sesleri. Kapı bir tekmeyle açı­lır ve içeriye beraberindeki zevatla birlikte devrin başbakanı gi­rer.)

MAKSIM GORKI: İkide birde sözümü kesmeyin. Bakıyoruz, bu ülkenin iyiliğini isteyenler bir araya geliyorlar, iyi niyetleri­ni birleştirmek için bir araya geliyorlar, sonra birtakım tariflerde anlaşamadıkları için her biri bir tarafa gidiyor.

ARKADANSESLER: Yüzbin geliyor. Yol açın. (Bizi sattınız, alçaklar, dönekler sesleri. Yüzbin girer.)

YÜZBİN: Beni reddetmeden iyi düşünün. Bu parayla iki yüz tane masa ya da beş yüz tane sandalye ya da elli bin kastel kalem alabilirsiniz.

(Kapı açılır: İçeri, iki resmi, bir sivil, bir de kıyafet değiştirmiş polis girer. Yüzbini yakalayıp götürürler. Sahteymiş, kendine yüz­ bin süsü vermiş sesleri.)

BURHAN (aceleyle): İki gruptan her biri, kendi aralarından üçer kişi seçsin. Ben de başkan olarak sizleri, uzlaştırmak amacıy­la yarın saat ikide Hitler'in yazıhanesinde toplayacağım.

DELİKANLI (Ayılmış): Aramızda polis var. Bütün söylenenle­ri kaydediyorlar, dosyaya geçiriyorlar.

KALABALIĞIN ÇIKARDICI GÜRÜLTÜ GİTTİKÇE DAYA­NILMAZ BİR HAL ALIR. KALABALIKTA DALGALANMA BAŞ­ LAR. (...) HERKES İTİŞE KAKIŞA KAPIYA KOŞAR. YERE DÜŞENLER. EZİLENLER. KARIŞIKLIK.” (Tutunamayanlar, s.232-240)

*

“Olaylar” yavaş yavaş tarihe karışırken Ankara’dan bir haber gelir; Doğan Avcıoğlu aralarında Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Niyazi Berkes, Sadun Aren, Selahattin Hilav, Korkut Boratav, Altan Öymen gibi isimlerle birlikte “Yön” dergisini çıkarmaya başlamışlar. Dergi uzun süre aydınlar ve askerler üzerinde etkili olur. Kapanmasından sonra Doğan Avcıoğlu, bu kez yanına Cemal Madanoğlu, Osman Köksal, Suphi Gürsoytrak gibi subaylarla, İlan Selçuk, Uğur Mumcu, Hasan Cemal, İlhami Soysal gibi gazetecileri alarak “Devrim” adlı haftalık bir gazete çıkarmaya başlar. Onların da amacı “devrimci subaylarla” Baas tipi bir devrim yapıp iktidara gelmektir, ancak “devrimci arkadaşlarından” Mahir Kaynak planlarını bozar, deşifre olmayı göze alarak onları ihbar eder, kısa sürede başka bir cuntanın balyozu kafalarına iner, 12 Mart olur, sürek avı başlar, neredeyse bütün solcu aydınlar bir anda kendini hapishanede bulur. Ömer Madra ve Murat Belge gibi sosyalist aydınlar ise, o sırada piyasaya çıkmış olan Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanını hapishanede okurlar.

*

Ezcümle, bu büyük romanın yazılmasına bir parça vesile olan “Yüzbaşı”ya, Kıbrıslı “Yüzbin”e, "iyi niyetlerini birleştirmek için bir araya gelen, sonra birtakım tariflerde anlaşamadıkları için her biri bir tarafa giden" o günün Öztürkçeci, Sovyetçi, Çinci devrimcilerine ve bütün “tutunamayanlara” ne kadar teşekkür etsek azdır bana göre.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp