Top
03/12/2023

Oğuz Atay'ın Türkçesini düzeltmek!

Size de oluyor mu bilmiyorum; daha önce okuduğum bir romanı aradan yıllar geçtikten sonra tekrar okumaya kalkışmak tarifi imkânsız korkuyla karışık bir heyecan yaratıyor bende. Ya ilk okuduğum andaki hazzı vermezse bana, ya yıllar yılı bende kalan o ilk okuma anındaki tat kaybolur, o kitaptan aklımda kalan o sahneler bir anda silinir veya belki de ben o zamanlar bu kitabı fazlasıyla abartmışım, aslında öyle değilmiş hissine kapılırsam korkusu mudur bu bilmem ama dönüp dönüp birkaç kez okuduğum romanlarda şimdiye kadar hiç bu duyguyu yaşamadım çok şükür. Hatta bazı ikinci okumalarda ilk okumadan daha büyük haz aldığımda da oldu. Kitabın yeni bir yönünü keşfetmekle kalmadım, gençlik zamanlarında okumakla yaşlılık yıllarında okumak arasındaki farkı da yaşattılar bana.

Ama nedense Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanını ikinci kez okumayı hep erteledim. Kitap ilk okuduğum 1990 yılından beri her şeyiyle o kadar berrak ki aklımda o gün bugün hep taze duran o dünyaya olur da halel gelir diye oturup bir kez daha okumaktan korktum. Belki de kıyamadım anılarıma.

*

Bahar öyle güzel gelmişti ki o aydınlık ormana. Sivas’ta acemilik bitmiş, Boğaz’ın Anadolu yakasında, ormanın derinliklerinde kaybolmuş bir birlikte “dağıtımı” bekleyen askerlerdik. Nedense bir hayli uzamıştı dağıtım işlemi. Kalabalıktık. Askeri boş bırakmaya gelmez; bizi ormana salıp “yaprak toplayın” demişlerdi. Ben de bir yolunu bulup kaytarıyor, elimde “Tutunamayanlar” ormanda kayboluyor, bir ağacın duldasına sığınarak Turgut Özben’le birlikte intihar etmiş Selim Işık’ın peşine düşüyordum. Yemek saatlerinde yemekhaneye gidiyor, hızlıca yedikten sonra beni dürten Oğuz Atay’ın peşine takılıp “tutunamayanların” dünyasına dalıyordum tekrar. Okudukça tanıdıklarım bir bir toplanıyordu o ormana. Romanda anlatılan şahsiyetlerin tümünü tanıyordum çünkü. Aynı gazetede birlikte çalışıyorduk. Gazeteye yazı getiren yazarlardı, fotoğraf satmaya gelen fotoğrafçılardı, dışarı çıktığımda, gittiğim mekanlarda karşılaştıklarımdı, her yılın Nisan ayında yapılan Sinema Günleri’nde gördüklerimdi, her yılın Kasım ayında düzenlenen Kitap Fuarı’nda karşılaştıklarımdı; film, oyun galalarında onlar vardı, aynı konserlere gidiyorduk, aynı lokantalarda yemek yiyorduk, imza günlerinde, resim sergilerinde onlar vardı. Yayınevlerini onlar yönetiyordu, onlar çıkarıyordu okuduğum edebiyat dergilerini, hangi kitabın basılacağına onlar karar veriyordu, hangi kitabı okuyacağımıza, hangi filmi seyredeceğimize onların yazdıklarına bakarak karar veriyorduk, hatta yazacağımız yazılarda kullanacağımız kelimeler de onların tekelindeydi, her şeye onlar hükmediyordu. Kitabın bir yerinde gayriihtiyari roman kahramanlarının isimlerini tanıdığım gerçek insanlarla değiştirmeye başladığımı gördüm; böyle oyun oynayarak, o oyun dolu muhteşem kitabı birkaç gün içinde bitirdim o ormanda.

O günden itibaren “anlatı ormanında” o romandan kendime bir kasır inşa ettim, girip kuruldum içine, orada yaşadım. Ta ki otuz üç sene sonra yakın bir zamanda bütün cesaretimi toplayıp kitabı tekrar elime alıncaya kadar.

Ama sahiden de bir kitap bunu yapabilir mi?

Bir “Oğuz Türk’ü bir Bahdinan Kürt’üne bunu yapabilir mi?”

Yapabiliyormuş!

Bu yüzden keşfettiğim günden beri hep minnettar kaldım Oğuz Atay’a.

*

Her şeyi bir kenara bırakacağım; bu kitaptaki dil üzerine biraz laflayacağım sizinle müsaadenizle.

Oğuz Atay “Tutunamayanlar”ı bin bir güçlükle, o zamanlar pek bilinmeyen küçük bir yayınevinde (Sinan Yayınları) çıkardığında (ha durun burada bir parantez: Selim İleri, TRT 2’de yayınlanan “Yalnız Okurlar İçin” programında anlattı, 1970’lerin başında Ankara’da büyük bir yayınevine -muhtemelen Bilgi Yayınevi- uğramış, yayıncı kalın bir dosya göstermiş ona, Oğuz Atay adında birisinin Tutunamayanlar isimli romanıdır bu, yayıncı İleri’ye, yazarın kitabın başına koyduğu “Yayıcının Açıklaması” başlıklı notu dolayısıyla kitabı yayınlamayacaklarını, okurların bu açıklamayı kendilerinin kitaba koyduğunu sanacakları söyler) elde ceza makbuzu, kuralların dışına çıkanlara ceza kesen dil zabıtaları vardı memleketin her yerinde. 27 Mayıs darbesinden sonra başlayıp 70’li yılların başında altın çağını yaşayan dil devrimcilerinin borusu ötüyordu her yerde. Arapça Farsça kelimeler dilden yaş değnekle kovalanıyor, halkın pek anlamadığı “aydın dili” denen bir dil, her yere egemen kılınmaya çalışılıyordu. “Arı dil” dışında edebiyatta sadece “köylü şivesine” müsamaha gösteriliyordu.

İşte “Tutunamayanlar” böyle bir ortamda çıktı piyasaya. Roman kitapçı raflarında kaldı, dönüp yüzüne bakan çok az insan oldu. Birkaç eleştirmen hariç… Onlar da kitabın en çok diline takıldılar. Parodi bile olsa Arapça Farsça kelimelerle dolu bir metin affedilmezdi! Gelen eleştirilerin büyük bir kısmı kitabın diliyle ilgiliydi. 1972 yılında, bir gece Beyoğlu’nda Muzaffer Buyrukçu’yla karşılaşan Oğuz Atay derdini ona şöyle anlatır:

“Dilime de takılıyorlar. Kelimeleri seçmeden kullanıyormuşum. Arapça, Farsça, Osmanlıca ve Öztürkçe karışımı bir dilim varmış. Yanlış tabi. Yaşayan dili kullandım.”

Sahiden de romanın dili “yaşayan” bir dildir, yani Oğuz Atay’ın kendi dili olan kısımlar... Geride kalan bazı bölümlerse parodidir. Kitapta hem Öztürkçenin hem de Osmanlıcanın parodisini yapar Atay. Öztürkçecilerle dalga geçtiği bölümde, başkalarının büyük bir ciddiyetle yaptığı kelime uydurma işine Oğuz Atay da müthiş bir ironiyle katılır ve mesela şu kelimeleri uydurur:

“elips: yumurtasal, cebir: zorbilim, baytar: yaratıkotacılık, ateizm: koşunuğraş, berber: sakalsaçkeser, arşiv: saklantı, bekar: evsiz, cinsi münasebet: sevi ilişkisi, marangoz: yongacı, felsefe: bilge sevi, resim: güzel çizi, esmer: karal, atletizm: koşunuğraş, hukuk: törebilim, müzik: gökçe söz, akşam: günbatımı, şarkı: bağırtı, tarih: yazıtbilim, sabıka: eskit, genç: yaşsız, matbaa: betik dizim, gazete: günlük betik, okyanus: devdeniz”

Bu “uyduruk” kelimelerle o günlerde ortalıkta dolaşan dil zabıtalarına, gerekirse sizin bin bir zahmetle bulduğunuzu sandığınız abuk sabuk kelimeleri ben bir çırpıda uydurup her yere boca edebilirim demek istiyordu galiba hınzır romancı.

Kitapta Osmanlıca parodisi de var. “Şarkılar”ın “Açıklamaları” bölümüne koyduğu “Hilkat”, “Hadisat” ve “Tatbikat” başlıklı metinler de Oğuz Atay’ın Osmanlıcaya olan hakimiyetini gösteren metinlerdir:

“Hilkat”tan bir örnek: “Bidâyette cemiyyet vardı. Cemiyyet, ne halkedilmişti, ne de halkedilmemişti.”

“Hadisat”tan: “Peygamberin, Anadolu’ya vasıl olduklarında memleket, bilcümle harâbat ve cehalet ile mahmul idi. Onlar geldiler, mütalâa eylediler, şifa verdiler, nizam vaz eylediler, medeniyyet ithal eylediler.”

“Tatbikat”tan: “Ben de artık, Düzgen Yalvaç’ın istediği gibi -kendi rızamla- taht-el arzın, âlem-i derûnuna müteveccih bir müntesibi olmuştum.”

“Tutunamayanlarromanı kelimenin tam anlamıyla bir dil karnavalıdır. Bu oyunbaz yazar o karnavalda bizi dilin bütün evreninde gezdirir, girdisine çıktısına sokar, her köşe bucağa uğrarız. Dille korkusuzca oynar, hiçbir tabu tanımaz. Osmanlıcadan başlayarak günümüze kadar dilin geçirdiği evrelerle oynar, onların parodisini yapar. Metin bir süre sonra kelimenin tam anlamıyla bir dil cümbüşüne dönüşür. Yıldız Ecevit’in de dediği gibi bazen eğlenceli bir aşk romanları yazarının dilini kullanır Atay, bazen polisiye; bazen bir edebiyat öğretmen olur, bazen de ansiklopedi diline başvurur; bazen bir günlük yazarı olur, bir biyografi yazarına dönüşür, bazen de “hayatın koordinatları”ndan, “kosinüs kurbanları”ndan söz eden bir mühendisin teknik diline kaçar; bazen bir katip olur resmi tutanak yazar, bazen de bir piyes yazarı olarak muhteşem diyaloglar döktürür; alaturka şarkı sözleri yazar bazen, bazen tangolara kaçar; bazen “Tanrı usıg baştan alır/O tuşinir yerge çünkü” gibi Göktürkçe beyitler döşer, bazen de “Dostun vefalısı bütün istediğim/ Kız peşinde olan dostu nideyim/Her an yaşamalıyım kendi gerçeğimi/Kendi içimdeki indeyim gayri” benzeri halk türküleri çığırır.

Yıldız Ecevit’e göre “Tutunamayanlar” dil üzerine düşünen, onun felsefesini yapan bir romandır, yazarın derdi “yeni bir dil” yaratmaktır. Sadece Tutunamayanlar’da değil, ikinci romanı “Tehlikeli Oyunlarda” da bu dil derdi yakasını bırakmaz Oğuz Atay’ın. Kahramanları dile karşı o kadar duyarlı ki, Hikmet Benol bir yerde, “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler albayım, hangi anlama geliyor,” derken başka bir yerde şöyle yalvarıyor:

“Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım (…) aman elini unutma, elinde bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma.”

“Tutunamayanlar”da bir genelev sahnesi var. Müthiş etkileyici bir sahnedir. Bu mekânda “Sarhoşların Şarkısı” duyulur önce, sonra canlı bir varlık gibi orada bulunanların arasında süzülür şarkı. Türk edebiyatının en muhteşem parçalarından birisidir bana göre bu metin. Bir doruktur; şöyle:

“Sarhoşların şarkısı yavaş yavaş salona yayıl­dı. Sıcakla birlikte merdivenlere tırmandı, günah odalarının içi­ne, kapı altlarından sızdı, kapağı açık kömür sobalarına girdi, kurum dolu bacadan gecenin ortasına süzüldü. Gecenin sıcağında buharlaştı, eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sin­di. Otomobillerin açık pencerelerinden girdi, şoförlerin derileri­nin altına işledi. Şoförler ellerini radyolarının düğmelerine uzat­tılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya başladı­lar. (...) Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni Arap müziğiyle karıştırıyorlar diye söylendi. Yayalar için yanan yeşil ışıktan yararlanarak karşıya geçti. Yükseldi. ‘Hastayım yalnızım’ oldu ve kapanmakta olan bir meyhanede, İstatistik Umum Müdürlüğü kaleminden emekli Niyazi Beyle, tom­balacı Akif’in faslındaki peltek güfteye karıştı. (...) Sonra hızlan­dı: apartmanlara girdi. Demokrat Ahmet Bey'in evinde bir senfo­niyle bir popüler müzik arasında dinlendi. Bazen high fidelity ol­du, bazen mono: Yetmiş sekiz devirli parlak kollu bir gramofonda bile çalındı bir kere (...) kendini sokağa attı. Peşine iki tane uzun saçlı, kırmızı ceketli genç takıldı. Armonize edilmemek için var kuvvetiyle kaçtı. Gece yarısı olduğundan kapalı duran demir ka­pının üstünden aştı. Üç numara, on iki numara, yirmi sekiz nu­mara; kapıyı yumrukladı. Aceleden, muşambanın üstünde kaydı, duvara çarptı, sarhoşların arasından güçlükle yer açtı kendine. (...) Turgut oradaydı bir adım mesafede. Göğsüne yaslandı, başı­nı omzuna koydu. Bir kedi gibi süründü, yaltaklandı. Nefes nefe­se, ama emin ellerdeydi.” (Tutunamayanlar, s.272-274)

*

Bu büyük dil cambazına, bu olağanüstü yazara, yazının girişinde sözünü ettiğim o “dil zabıtaları” Türkçe öğretmeye kalkıştılar, onun son hikayesini delik deşik ettiler, cinayeti “kör bir balıkçı gördü” ama Allah'tan o görmedi, yoksa bin kez ölürdü.

O yıllarda edebiyat mahfillerinde boruları öten, yeni yazarlara, yenilikçi fikirlere şiddetle karşı çıkan bir “çete” vardı sol cenahta. Bu “çete” lafı benim değil, Oğuz Atay’ın lafıdır; “yenilik isteniyorsa o da bizim işimizdir” diyen bu çete, kendi sanatına güvenmeyenleri kolayca içine alıyor, kendi başına var olabilirim diyene de hayat hakkı tanımayan bir çeteydi. Oğuz Atay “Günlük”te uzun uzun bunlardan bahseder. Yaralıdır çünkü kendini bunların “mağduru” sayar. Bunlarla savaş sokakta yapılmaz, en iyisi onların anlayacağı veya anlamayacağı bir dille onlardan intikam almak… Bunu da kendi mecralarında yapmak… “Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya” hikayesi ve onu Türk Dili dergisine göndermek fikri böyle gelmiş olmalı aklına. Her ne kadar yakın arkadaşı Bülent Korman’ın Yıldız Ecevit’e söylediğine göre bu hikâye bir “rüyanın eseriyse” de rüyalarında bile o çeteden intikam almanın yollarını aradığı kesin. Bir hesaplaşma hikayesidir metin. Alegoriktir. Giderayak o çetenin boynuna astığı bir intikam yaftasıdır. O kadar şahane bir yolla yapmış ki bu işi; hem Türk edebiyatına aşılması zor bir metin bırakmış hem de bu iş böyle rafine yapılır bre cahiller demiş herkese. Ancak gelin görün ki, o çete de o kadar çaresiz değildir.

*

3 Eylül 1976’da Politika gazetesinde Recep Bilginer’e verdiği bir mülakatta Oğuz Atay, yazmakta olduğu hikâyenin haberini verir. Hikâyeye; altına yazdığı tarihe göre 23 Haziran 1976’da başlamış, 26 Eylül 1977’de tamamlamış. Ölümünden bir süre önce “Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya” adını verdiği hikâyeyi “Türk Dili” dergisine gönderir. Belli ki hikâyeye son şeklini Londra’da hasta yatağında vermiş, umudunu kesip ölmek üzere memlekete geldikten sonra da hikâyesinin yayınlanmasını beklemiş ama yayınlanmamış; 13 Aralık 1977’de o öldükten 17 gün sonra hikâye TDK’nın yayın organı Türk Dili dergisinin Ocak 1978 sayısında yayınlanır.

O görmedi, ama görenler hikayesini şu başlıkla gördü:

“Demiryolu Öykücüleri-Bir Düş”… Gören herkes bu ismi Oğuz Atay’ın hikayesine verdiğini sandı, öyle ya, kimsenin bir başkasının hikayesinin adını değiştirmeye hakkı yok, herkes bunu böyle bilir ta ki on sene sonra, 1987’de İletişim Yayınları “Korkuyu Beklerken” adındaki bütün hikâyelerinin toplandığı kitabının ikinci baskısına bu hikâyesini ekleyinceye kadar. O zaman ortaya çıkar ki, Oğuz Atay’ın hikâyesinin özgün adı “Demiryolu Öykücüleri-Bir Düş” değil, “Demiryolu Hikayeciler-Bir Rüya”dır. Sadece hikayenin adı değil, dili de bir hayli değiştirilmiş; özellikle Arapça, Farsça kelimeler sözüm ona Türkçe kelimelerle değiştirilmiş, Batı dillerinden gelen hiçbir kelimeye dokunulmamış ama; mesela akademisyen Muzaffer Uzun’un tespit ettiğine göre “seyyar hikaye satıcılığı yapı­yorduk” “gezginci öykü satıcısıydık”, “bedava hikaye” “parasız öykü”, “ilham” “esin”, “memur hikayeciler” “öykü görevlileri”, “taze hikâye” “yeni öykü”, “köhne” “eski”, “halimiz harap” “hali­miz bitik” şeklinde değiştirilmiş; “hissetme “duyumsama”, “hareket “davranış”, “kadar” “dek”, “sadece “yalnızca”, “kere” “kez”, “esnaf” “tecimeri”, “müşteri” “alıcı”, “bazen” “kimi zaman”, “muhakkak” “ille de”, “zaten” “hem”, “bedava” “parasız”, “endişe” “kaygı”, “şehir” “kent”, “ümit” “umut”, “idaresinin memurları” “yönetim görevlileri”, “yapı” “bina”, “aksi” “ters”, “bazı” “kimi”, “cahil” “bilgisiz”, “cesaret” “göze almak”, “galiba” “sanırım”, “harap” “bitik”, “hassas” “duyarlı”, “kelimeleri hatırladığında” “sözcükleri anımsadığında”, “ilham” “esin”, “kanun” “yasa”, “mesela” “örneğin, “münasebetsiz” “uygunsuz”, “sefalet” “yoksulluk”, “tamirci” “onarıcı”, “teselli” “avuntu”, “ücret” “gelir”, “Yarabbi” “Tanrım” olmuş. (Sadece bunlar değil, bunlar benim seçtiklerim.) Cevat Çapan bu büyük faciayı görüp sorduğunda, derginin yazı kurulu üyelerinden Mustafa Şerif Onaran, “Bizim de bir dil politikamız var” cevabını vermişti.

*

Bilenler bilir, eskiden tren istasyonlarında, otobüs terminallerinde, cami önlerinde destan satan kimisi ihtiyar, kimisi kör satıcılar vardı. Benim çocukluğumda bunlardan birisi de Hakkari’de yaşıyordu, bir jandarma eri “gola zuryan” (sülüklü göl)’da boğulmuştu da destanını yazmıştı, trafik kazalarında ölenler için de öyle, Kıbrıs’ta şehit düşen Hakkarili on bir asker için de öyle…

Oğuz Atay işte bu destancıları alır modern edebiyatın konusu haline getirir hikayesinde. “Demiryolu Hikayecileri-Bir Rüya” şöyle başlar:

“Ülkenin büyük şehirlerinden uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yan yana üç kulübemiz vardı. Ben, genç Yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikâye satıcılı­ğı yapıyorduk.”

Onlar da tıpkı destan satıcıları gibi kollarındaki sepetlerin içine koydukları hikayelerini, sucuk ekmek satanlarla birlikte hikâye satıyorlar istasyona yanaşan trenin yolcularına. Bu dağ başı istasyonu memleketin “taze hikâye satılan” tek istasyonudur. Ekmek derdi sanatlarına engeldir, sanattan önce karınlarını doyurmaları gerekir. Hikâye, sanatçının varoluş mücadelesinin hikayesidir. Sanatın para etmediği bir memlekette, sanatıyla yaşamanın zorluklarını anlatır bize. Sanatçı parasal sıkıntı çekiyor, açlıktan kıçı örümcek bağlamış, bu şartlarda sanat yapmak mümkün mü? Hikâye satıcıları kendilerini sanatçı olarak görüyorlar, sucuk ekmek, meyve çekirdek satanlardan bir farkları var diye düşünürler ama yine de ürünü pazarlarken tıpkı onlar gibi “tazeliğine”, “görüntüsüne” önem veriyorlar. Hikayeleri hemen satmaları lazım çünkü güncel meseleleri ele aldıkları için ertesi güne kalırsa tıpkı sucuk ekmek gibi bayatlıyorlar, bu yüzden müşteriler yüzlerini buruşturarak bayat hikayeleri satın almıyorlar. Her şey hızlıca metalaşıyor, sanat da öyle. Çok değil, Oğuz Atay’ın ölümünden on on beş sene sonra romanlar da tıpkı diğer piyasa ürünleri gibi, büyük reklam kampanyalarıyla çıktılar piyasaya.

Hikâyenin sonuna doğru yazarın bir rüya gördüğünü anlarız. Ve en dokunaklı bölüm de burasıdır. Hikâye satıcısı ile okur arasında iletişim yolu kapalıdır. Okur yazarın (burada Oğuz Atay’ın yazdıklarına) ilgisizdir. Ve edebiyat tarihinin en acıklı serzenişini hikayenin sonuna saklar Oğuz Atay. “Yazdıklarımızın değeri bilinmiyordu” der hikâye satıcısı, “uzun hikayeleri” satılmıyordu çünkü. (“Tutunamayanlar” da “Tehlikeli Oyunlar” da uzun romanlardı.) Gerçi istasyonda pazarladıkları hikayelerin de pek “açık ve seçik olduğu söylenemezdi”, müşteriler yazdıklarını “anlamıyordu”, o da onlara kızıyor, onları “anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir müşteri kalabalığı” olarak görüyordu.

Hikâyenin sonunda istasyon gittikçe tenhalaşır. Bir süre sonra oradan tren de geçmez olur. Artık hikâye satacakları hiçbir müşteri yoktur etrafta. Yapayalnız kalır, bir başına. Ama yine de yazmak ister. Bildiği tek bir adres bile olsa, “gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak” ister ama öyle bir adres de yoktur ne yazık ki. Tek başına, bu dağ başı istasyonunda, elindeki hikayeleri okutabileceği tek bir okurun olmadığı bu ıpıssız yerde hikâye anlatıcısı, edebiyat tarihinin o en acıklı, en içten, en samimi serzenişini yapar:

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

*

Ne yazık ki “okuyucular”, o gittikten on sene sonra geldiler. Onun son hikayesinin dilini değiştiren dil zabıtaları da onun hikâye sattığı o dağ başı istasyondaki son trene binip gittiler galiba.

Oğuz Atay şimdi burada, peki onlar nerede?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp