Top
01/03/2023

Hikâye ne zaman başlar?

Gecenin; sadece uykuları firar etmişlerin uyanık olduğu en derin bir zamanı… Koltuğun kenarına yaslanmış, dışarıyı seyrediyorum pencereden, ev ahalisi derin uykuda. Kar eriyor. Geniş caddeyi sokak lambaları gündüze çevirmiş. Hep işlek caddede bir süreden beri hiçbir arabanın geçmemesi ne tuhaf! Uzaktan bir insan geçse paltosuna sarılmış kafasında bere, elleri cebinde, bir köpek girse sokak lambasının altına aniden bir hikâye getirecek bana ama hiç kimse yok… Ne bir insan ne de bir köpek…

*

İnsan hep bir hikâye arar. O hikâyenin güzel olması veya olmaması değildir mesele; mesele hikâyedir, sadece bir hikâye...

Açın bakın en eski kitaplara. Bir hikâyeyle başlar hepsi. Yaradılışın bir hikâyesi var, ölümün de felaketlerin de kazaların da savaşların da kıyımların da… Öncesini ve sonrasını anlatan...

*

Rüyalarımızda da karşımıza çıkar hikâyeler. İster acıyla inleyerek başımızı yastığa koymuş, ister neşeyle, kahkahayla yatağa girmiş, ister gözyaşlarımız ıslatmış olsun yastığımızı fark etmez; bu dünyanın tasasından, kederinden, eleminden kopup rüya alemine daldığımız andan itibaren bilincimiz acayip bir oyun oynar bize, bir hikâye canlanır gözümüzde.

Rüya alemi hayattan bağımsız bir alemdir. O alemde olup bitenlerin izahıyla ilgili henüz doyurucu bir malumat bulmuş değil alimler. Onun kendine ait bir düzeni var, o dünyanın yaşadığımız dünyayla bir alakası yoktur.

Bazen o kadar ağır bir yük bindirir ki omuzlarımıza hayat, bazen o kadar acımasız davranır ki o sırada yok olmak için dua ederiz. Zelzeleden sonra canından bir sürü parçayı yıkıntıların arasında bırakıp yapayalnız kurtulan kaç kişi yaşamıştır bu hissiyatı son günlerde tahmin etmek zor. Çok acı çeken insanları bu yüzden uyuturlar. Uyku acılarımızı unutturur bize.

*

Pazar günü daha geniş anlatmayı düşündüğüm, dünyanın en çok takma isimlerine sahip yazarlarından birisi olan Danimarkalı Karen Blixen’in yerleştiği Afrika’yı anlatan kitabında şu paragraf çıktı karşıma:

“Geceleri uykularında düş gören insanlar, gündüzleri yaşayamadıkları özel bir mutluluk yaşarlar. Dile çalınan bal gibi, dingin bir coşku ve kalp huzurudur bu. Ayrıca şunu da bilirler bu insanlar: Rüyaları tam bir cennete çeviren asıl özellikleri, sınırsız özgürlük ortamlarıdır. Kendi iradesini dünyaya dayatan bir diktatörün özgürlüğü değil; herhangi bir iradesi olmayan, irade zincirlerinden boşanmış bir sanatçının özgürlüğüdür rüyalardaki.”

Sınırsız acının hüküm sürdüğü yerlerde yaşayan insanların rüyaları da hayatlarına benzer.

*

Bir rüyanın en uyanılmaması gereken anında irademiz dışında uyandıysak eğer, yüzümüzdeki gülümseme bir süre dona kalır orada. Hikâye yarım kalmıştır çoğu zaman. Çoğu zaman hikâye sürsün isteriz. Mutluluğu anlatmak için, bir güzelliği başkasına hissettirmek için “rüya gibi” dememizin sebebi budur.

Freud’a göre rüyalarımızda gördüğümüz herkes aslında bizden başkası değildir. Birbirini gören aynalarda çoğalan aksimiz gibi çoğalırız rüyada. Zaman yoktur; zaman biz uyanık, zahiri hislerle dolu insanların icadıdır. Rüyalarımızda bize çok uzun gelen, bir hikâyeyi baştan sona yaşatan zamanın, yani en uzun rüyanın on iki saniye sürdüğünü söyler alimler.

*

Ebeliğin yanında rüya tabirciliği de vardı rahmetli annemin. Köydeki kadınlar işlerini bitirir bitirmez koşa koşa ona gelirlerdi, rüyalarını anlatır, annem de onları yorumlardı. Hatırlıyorum da hepsinin çıkınına az biraz umut doldurur öyle gönderirdi evlerine. Hep hayra yorardı o rüyaları.

Köyü süt beyazı bir ırmak ikiye bölerdi. O ırmak her şeyimizdi. Bahar aylarında ırmak coşar, koca bir nehre dönüşür, köprüyü yutar, köyün iki yakasındaki insanları yeni köprü yapılana kadar birbirinden ayırırdı. Böyle bir ayda, bir buçuk yaşındaki kızını dere kenarında yıkarken, elinden bebeği kayıp suya düşüp kaybolan bir kadının her gece aynı rüyayı görmesi ve gelip o rüyayı anneme anlatması hiç çıkmadı aklımdan.

Yıllar yılı aynı rüyayı gördüğünü anlattı, belki de aynı rüyayı görmek istedi, yoksa aynı rüyayı aynı biçimde görmek pek mümkün değil derler. Kadın bir çöldeymiş. Her taraf kum. Güneş tepesinde, yakıcı… Yüreği çöl kumundan daha kavruk. Durmadan yürüyor. Susuzluktan dudakları çatlamış. Sonra bir ağaç görüyor uzaktan. Yürüyor ona… Sonra bir su sesi… Yaklaştıkça su büyüyor, bir nehre dönüşüyor. Su ağacın altından çıkıyor. Yaklaşıyor suya, şimdi kulaklarında sadece su sesi… Bir anda tül kıyafetler içinde, böyle ipeksi beyaz kanatları olan iki melek beliriyor. İki meleğin arasında da kızı… Kızının başında çiçekten bir taç var. Gülümsüyor annesine. Ağacın arkasından dolanıp yanlarına gitmek istiyor ama o gittikçe ağaç yukarı çıkıyor, nehir uzuyor, yol yok kızına gitmeye. Melek, “gelmeye çalışma, gelemezsin” diyor, “uzaktan seyret onu”. Uzun uzun kızını seyrediyor. Büyümüş kızı. İki meleğin arasında yürüyecek kadar. “Onu bana verin,” diye yalvarıyor meleklere. Melek, “Olmaz, o artık bizden biri,” diyor. Ellerini uzatıyor, kolları uzasın istiyor ama bir anda melekler ve kızı suya atlayıp kayboluyorlar. O da arkalarından atlarken uyanıyor.

Annem her defasında gözpınarları kurumuş acılı kadını dinler, “Şükret kızım,” der, gözlerinin içine bakarak, “özlemdir sana bu rüyayı gördüren, özlemin de bir sonu var, özlem bittiğinde bu rüya da bitecek” diye teselli ederdi. Bir süre daha geldi gitti, aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir daha rüyalarını yorumlatmak için gelmedi o kadın evimize.

Rüya yaşayan insana mahsustur, melekler ve ölüler rüya görmez!

*

Ben de küçükken gördüğüm rüyaları anneme yorumlatırdım. En çok uçtuğum kalmış aklımda. Kızı nehirde kaybolmuş kadının gördüğü meleklerin kanatlarına benzer kanatlarım olmazdı ama yine de uçardım. Bir kartal gözüyle bakardım aşağıdaki aleme. O zamana kadar kamerayla çekilmiş hiçbir görüntü görmemiştim ama o rüyalarda gördüğüm manzaralar bir uçan kamerayla çekilmiş gibiydi, çok daha sonra anladım bunu. “Rüyada uçmak nedir anne?” diye sorduğumda hep aynı cevabı verirdi, “Büyüyorsun oğlum. Bir gün gelecek rüyalarında artık uçamayacaksın.” Büyüdüm ve o gün geldi, kaybettim çocuk masumiyetimi; kangren olmuş zamanda hayata tutunan her insan gibi günahkâr oldum ben de ve bir daha uçmaz oldum rüyalarımda.

Sahi kelebeğin rüyası nasıldı? Adam rüyasında bir kelebeğe dönüştüğünü görüyor, sabah uyanıyor, rüyayı gören kimdi acaba, kendisi mi, yoksa kelebek mi, emin değil!

Galiba böyleydi hikâye.

*

Görmediğiniz bir yer hayal edin. Sonra gidin görün orayı. Sonra da tesadüf bu ya, rüyanıza gelsin aynı yer… Gerisini hayallerini, rüyalarını edebiyatın malzemesi haline getirmede bir daha da kimsenin aşık atamadığı Marcel Proust anlatsın “kayıp zaman” kitabının “Mahpus” cildinde:

“Uyanıkken hayat hemen hemen her zaman aynıdır, bu yüzden de seyahatler hayal kırıklığı yaşatır. Oysa rüyalar, bazen hayatın en kaba malzemesinden bile oluşsalar, bu malzeme rüyada özel bir biçimde işlenip yoğrulduğundan, uyanıklık halinin zaman sınırlarıyla engellenmeden alabildiğine çekilip uzatılabildiğinden, aynı malzeme rüyada tanınmaz hale gelir.”

*

Ama ben bu yazıya hikâye bahsiyle başlamıştım, istemeden uzaklaştım ondan. O halde kulak verelim “Derviş ile Kuş”un hikâyesine.

Eski hikâye anlatıcıları, anlattıkları her hikâyeyi, dinleyenlerin payına bir hisse düşsün diye anlatırlardı; modern zamanlarda bu gelenek değişti. Hikâyeyi kıvırıp büken asri zamanların velut yazarları çoğu zaman yarım bırakıyorlar hikâyelerini, ya da Borges gibi “yolları bilerek çatallaştırıyorlar”, Şehrazat’ın eski zaman hikâyelerini alıp onların üzerine kendi rüyalarını ekleyerek hikâyeye hikâye karıştırıyorlar. Onlardan da modern olan modernler, yani günümüzün sosyal medya fenomenleri ise, hikâyeyi iyice un ufak edip bir fincan kahvenin, bir tabak salatanın, bir dudak hareketinin saçma sapan, anlamsız fotoğrafına dönüştürdüler, işin tuhaf yanı da buna “hikayem” dediler; her kuşağın bir hikayesi varsa eğer, bu kuşağınki payına da bu düştü demek.

Neyse, biz dönelim derviş ile kuşun hikayesine.

Günün birinde yaralı bir kuş, kuşların sultanı Hazreti Süleyman’a şikâyete gider, kırık kanadını göstererek bunu bir dervişin yaptığını söyler. Süleyman hemen dervişi bulup getirtir huzura, “Bu kuş şikayetçi senden, neden kırdın kanadını ey derviş?” diye sorar. Derviş, hemen izah etmeye başlar:

“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim ama oralı değildi, vardım yanına, kaçmadı benden, ben de galiba kendiliğinden teslim olmaya razı dedim, atıldım üstüne, atıldığımı görünce kaçmaya kalkıştı, tam yakalayacakken kanadı geldi elime, çıt diye kırıldı.”

Bunun üzerine Süleyman kuşa döner ve “Adam haklı, sana fırsat vermiş ama sen kaçmamışsın, fırsatın varken kaçabilirdin oysa, şimdi ne diye şikâyet ediyorsun?” der.

Kuş savunmaya geçer:

“Efendim, bu adam avcı değil ki… Sırtında avcı yeleği değil, derviş hırkası vardı, derviş diye korkmadım ondan, nasılsa dervişten bana zarar gelmez diye, dervişler Allah’tan korkarlar dedim, bu yüzden kaçmadım ondan.”

Süleyman kuşu haklı bulur ve kıssası emreder, “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın,” diye buyruk verirken kuş atılır, “Sakın bunu yapmayın efendim,” der. “Neden?” diye sorar Süleyman hayretler içinde, kuş nedenini şöyle izah eder:“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Bence en iyisi bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartmanız. O hırkayı çıkartın ki bundan sonra benim gibi görünüşe aldanan zavallı kuşlar bir daha aldanmasın.”

Zelzelede evleri başlarına yıkılan, rüyaları parçalanan, hayalleri biten, hikâyeleri sonlanan insanlara bunu reva görenlerin kaçının “mesuliyet hırkası” sırtından alınacak, doğrusu meraka değer bir hikâye…

Hayatta mutluluk denilen bir şey varsa, bizi ona götürecek tek yol, "mesuliyet hissinden" başka bir şey değilidir.

*

Hepimizin hikayesi bir masal gibi başlar ki bu çocukluğun cennetimiz dediğimiz evresidir bu evre; rüyalarımızda uçarız. Sonra büyürüz, korkular sarar her tarafımızı, gelecek kaygısı, geçim derdi, hayatın gailesi, her şey külçe ağırlığıyla oturur omuzlarımıza, rüyalarımızda uçmaz oluruz artık. Bir de bakarız ki hızlıca hikâyenin sonuna gelmişiz, bundan sonra çok seyrek görürüz rüyaları, ayrılıkla biten bir aşk hikayesine dönüşür her şey bu evrede…

Hepimiz, uyanık ya da uyurken fark etmez, birer hikâye anlatıcısıyız. Ya kendimizin ya da başkasının… Yaşadığımız hayatın bir hikâye olduğunu bilmeden anlatıp duruyoruz aynı şeyi. Ömür bittiğinde hikâyemiz de biter ama hikâyemiz bize benzer başkasının hayatında sürer.

Öldükten sonra geride kalan yola başkasının işine yarasın diye bıraktığımız işaretleridir çünkü yaşadığımız hikaye.

*

Bir süre daha oturdum koltuğun kenarında. Hafif bir yel çıktı. Rüzgâr sallamaya başladı çırılçıplak kalmış huş ağacının dallarını. Sokak lambasının altına bir karaltı girdi birden. Sahipsiz bir köpek bu. Oysa bu ülkede sahipsiz mahluk yoktur ne insan ne kedi ne köpek… O vakit nerden çıktı bu köpek? Al sana bir hikâye!

Ve köpek yürür, hikâye başlar!

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp