Top
15/10/2023

Hangisini yazayım?

Her 10 Kasım'da Yeni Asır'ın tüm muhabirleri sokakta olurduk. Kimi telesi olduğu için telesiyle, kimi dandik fotoğraf makinesiyle saat 9'u 5 geçe yaşamın donup kaldığı o anları yakalamaya çalışırdık. Kimdi bilmiyorum ama aramızdan biri öyle orta yerde olmayan bir inşaatın yedinci sekizinci katına kurulmuş iskelede sıva yapan iki üç emekçinin fotoğrafını çekmişti. Sanırsın Atatürk canlanıp iskelede karşılarında duruyor onlar da tüm içtenlikleriyle saygılarını sunuyor.

Yahu sizi o ara sokaktaki o inşaatın tepesinde 9'u 5 geçe kim görecek değil mi?

O fotoğraf gazetenin birinci sayfasına kocaman basılınca daha net gördüm. İlla ki saygı vardı ama… İnşaatın tepesindekilerde de, aracını zınk diye durdurup inende de, yaşlısında gencinde, kadınında erkeğinde, ayakkabı boyacısında, duran otobüsün içinde koltuğundan kalkan, tek başına yaşadığı evinde salonun ortasında tam da o anda hüzünle ama dimdik dikilende başka bir şey daha vardı….

***

7'den 70'e hepimize bazen iki ayaklıları boşverip dört ayaklı eşeklere ‘arkadaşım' deneceğini öğreten Barış Manço'yu, canımız kadar sevdiğimiz ama evlatlarını fena hırpalayan memlekette ‘çoook yorgunum' diyerek duygularımıza tercüman olan Cem Karaca'yı, kadife sesiyle ‘Bir hasretlik yüzün vardı/ Söyleyecek sözüm vardı/ Bu kalp seni unutur mu' diyen Fikret Kızılok'u, her şeye rağmen istenirse ‘güzel bir aile' olunabileceğinin formülünü veren Münir Özkul'u, ölen oğlundan sonra beyaz perdeden akan sevgisiyle dünkü ve bugünkü çocukların anneciği olan Adile Naşit'i, Türkiye'yi, bu topraklarda yaşayıp iki yakası bir araya bir türlü gelmeyen bizleri ‘bu da mı gol değil hakim bey' lafı ile özetleyen Sadri Alışık'ı…

Memleketin iyi kalmaya çalışan, çalıştıkça her yandan saldırıya uğrayan tüm aydınlık insanlarını ‘Ruh halimin güvercin tedirginliği' diyerek anlatan Hrant Dink'i, hadi canım bu kadar da olmaz denen şeylerin Türkiye'nin gerçekleri olduğunu ‘olacak o kadar' diye bize gösteren Levent Kırca'yı ve daha nicelerini…

Büyüdüğümüz evi, mahalleyi, mahalledeki arkadaşları, annenin terliği sırtına denk geldiğinde acımadı kiii demeyi, babanın akşam eve gelirken sana ve kardeşine getirdiği dandik gofreti, biri yazmış çok etkiledi beni; en büyük sıkıntının annenin dondurma almana izin vermeyişi olduğu günleri…

Huzurlu bir sofrada şehriye çorbasını kaşıklamayı, can ciğer bir dostla konuşmadan anlaşıp karşılıklı çay içmeyi, numaradan değil gerçek samimiyeti, sarıp sarmalayan yaralara bile iyi gelen şevkati, öğle sıcağında sokaktan, oyundan anne zoru ile pencerenin önündeki divana yatırılmayı, uyumadan önce son gördüğün şeyin hafif rüzgarla tül perdenin yüzünü yalayıp yalayıp geçmesini ÖZLÜYORUZ!

Kendimden biliyorum son yıllarda kaybettiğimiz her şeyi özlüyoruz. Ve ne yazık ki kaybettiğimiz çok fazla şey var… Kaybettiklerimizi saymak yerine ‘elde kalana' bakmak daha kolay!

İnternette EÖDEV diye bir site var. Öğrenciler verilen ödevin konusunu yazıyor, kendilerine yardımcı olabilenlerden gelecek yanıtı bekliyor. O konuda bilgili birileri de fikir veriyor, yol gösteriyor. Bir öğrenci ödevinin konusunu yazmış: İnsan bir insanı neden özler?

Gelen yanıt harika: İhtiyaç duyduğu için!

İnsana öyle çok ihtiyaç var ki…

İyi, samimi, şevkatli, vicdanlı, bugün ona ise yarın benim de başıma gelebiliri aklının ucunda tutabilen insana.

Sadece insana mı ihtiyaç duyulur, sadece insan mı özlenir?

Sosyal medyada en çok özlediğin şey nedir diye sormuşlar. Acun Firarda diyen de var, babamın omuzunda gezmek, düzgün Türkçe, 90'lı yıllar, eğlenmek mutlu olmak, üç tekerlekli bisiklet, çok şey var hangisini yazayım diyen de.

Özlemek nostalji değilmiş ama…

Gelecek kaygısıymış nedeni!

İnsanlar bazen çok güzel olmasa da geçmişi özlermiş. Misal ben Reha Muhtar'ın sunduğu haberleri özlüyorum!

Siyasilerin ‘korkmadan' birbirlerinin karşısına çıkıp, ne diyeceklerse yüzlerine söyledikleri açık oturumları özlüyorum. Binlerce işçinin güçlerini toplayıp hakları için grev yapmalarını, geceleri yakılan ateşin etrafında sabahlara kadar direnmelerini, grev yapmayan başka işçilerin onlara peynir zeytin ekmek getirdiği zamanları özlüyorum.

Artan üç kağıtlar, kıçı başı oynayanlar, dün başka bugün bambaşka konuşanlar, mış gibi yapanlar, onları alkışlayanlar, dünya yansa malı götürenler, memleketin içine edenler, ben yaptım ben deyip duranlar, hak yiyenler, hak yiyene aval aval bakanlar, hukuku guguk yapanlar, adaleti Şişli'de bir apartman adı sananlar, milyonlarca insan karın tokluğuna çalışırken cırcır oluncaya kadar yiyenler, asla hesap vermeyenler, ne yargıdan ne kuldan ne de Allah'tan korkanlar çoğaldıkça ne yapıyor  insanlar?

Özlüyor, özlem duyuyor!

Memleketi için can vermeye hazırken bir yandan da attığı her adımın hesabını veren Mustafa Kemal Atatürk'ün dürüstlüğünü, ülke çıkarlarını her şeyden üstün tutmasını, Türk milletine olan güvenini, satan değil kazandıran oluşunu, çalmayışını çırpmayışını, malını mülkünü millete bırakıp gitmesini özleyip inşaat iskelesinin tepesinde bile saygı duruşunda bulunuyor!

İnsan çölüne dönen memlekette Barış Manço'yu ve hatta arkadaşım dediği eşeği bile özlüyoruz işte… Çok şey var kaybedip özlediğimiz, hangisini yazayım?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp