Top
16/07/2023

Amaçları bilimsel eğitimi bitirip medreseye bir adım yaklaşmak

Prof. Dr. Barış Doster, ülke gündemini ve laiklik tartışmalarını SÖZCÜ'ye değerlendirdiLaiklik ve kız okullarıyla ilgili tartışmaları yorumlayan Doster, buradan başlatılan ‘Laiklik kaldırılsın' söylemleri için “Bakın İranlı kadınlar eylem yaparken ‘Yaşasın Mustafa Kemal Paşa' sloganları atıyorlar. Onlar laikliğin özgürlükle ve toplumsal barışla ilgisinin farkındalar” dedi

Türkiye kamuoyu bir süredir İsveç'in NATO'ya girmesine Türkiye onay verecek mi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Litvanya'da yapılan NATO zirvesine gitmeden önce öne sürdüğü taleplere karşı NATO ne yapacak, gerçekten zirvede bize katkı sunacak bir başarı elde edildi mi gibi konularla meşgul edildi. İktidara yakın medya bu süreci “büyük bir başarı” gibi yansıttı ama acaba gerçekten öyle mi? Toplumun dikkati bu konuya çekilirken diğer tarafta aslında Türkiye için çok daha önemli gelişmeler olmaktaydı. Bunlar arasında AKP ve MHP tarafından gündeme getirilen “laiklik” tartışmaları, sayıları giderek artan sığınmacılar, yaklaşan yerel seçimler öncesinde muhalefet partilerinin açıklamaları, muhalefet seçmeninin bu açıklamalar karşısındaki duyguları ve daha birçok konu var. Bunların hepsini en iyi Siyaset Bilimi uzmanlarımızdan biri olan Sayın Prof. Dr. Barış Doster'le konuştum. Aydınlatıcı açıklamalarını ilgiyle okuyacağınıza eminim.

Barış Doster, İsveç, Türkiye için samimiyetle lobi yapsa bile Türkiye'nin AB'ye üye olamayacağına dikkat çekerek, “ Çünkü bu AB'nin kendisini dünya ölçeğinde nasıl görmek istediğiyle alakalı” diyor. “Avrupa Birliği ne istiyor, diyor ki ‘Ben Türkiye'yi bir sığınmacı deposu, geçici ya da kalıcı bir tampon bölge olarak arada tutayım, bu sorunlu coğrafyalarla doğrudan sınır komşusu olmak yerine Türkiye'yi bir tampon bölge olarak konumlandırayım”. Avrupa Birliği tam da bunu istiyor. Sırf bu sebeple bile AB, Türkiye'yi asla üye yapmaz.”

AB BİZİ NİYE ÜYE YAPSIN?

Sayın Doster, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın NATO zirvesi öncesinde yaptığı “Biz İsveç'in NATO'ya girmesini onaylayacaksak siz de bizi yıllardır beklettiğiniz AB sürecini hızlandırın” şeklindeki açıklamalarına AB'den hemen olumsuz cevap geldi ama bu Türkiye'ye farklı yansıtıldı. AB'ye girişimiz için şansımız olduğunu düşünüyor musunuz?

Avrupa Birliği (AB) ve NATO iki bambaşka kuruluş, NATO uluslararası bir savunma ve güvenlik örgütü, AB ise statüsü gereği bir ulus üstü örgüt, hâlâ da bu vasfından dolayı dünyada tektir. Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım. Eğer Türkiye, AB ülkesi olursa Türkiye AB'ye girdikten sonra Avrupa Birliği organlarında Türk delegasyonu en kalabalık delegasyon olacak. Gelelim tarihine; biz tarihsel ve kültürel olarak Avrupa'nın hep “ötekisi” olmuşuz. Hem Müslüman kimliğimizle ötekiyiz biz, hem de Türk kimliğinden dolayı hep “öteki” olarak kodlanmışız. Okul kitaplarında böyle geçiyor. Acaba bunlar bizi isterler mi? Artı Gümrük Birliği'yle AB, Türkiye'nin gümrük rejimi, dış ticaret rejimi, iç pazarı üzerinde zaten alacağını almış, bizi niye tam üye yapsın?

 “AB'ye hiçbir zaman giremeyeceğimiz” hemen Almanya Başbakanı tarafından ima edilmesine rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dönüşte “Olumlu bir hava hakim” demesini nasıl yorumlamak lazım, Türk halkına hikaye mi anlatılıyor?

Ben Türk kamuoyunun da Avrupa Birliği konusunda eski hevesinin, eski heyecanının kalmadığını gözlemliyorum. Çünkü Türk kamuoyu da hangi partiye oy verirse versin Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi asla tam üye yapmayacağını biliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsveç'in NATO üyeliğine yeşil ışık yaktıktan sonra İttifak ortağı Devlet Bahçeli “Asla olmaz” diyerek nedenleri sıralıyor ve sanki İsveç'in üyeliği şu anda Cumhur İttifakı'nın kararına bağlıymış gibi onu ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa zaten şu anda İsveç'in girmesi kesinleşmiş değil mi?

İsveç'in NATO'ya girişi konusunda Vilnius'ta Erdoğan'ın U dönüşü kamuoyunda o denli tepki çekti ki iktidar “Canım daha bu iş bitmedi, İsveç'in üyeliğine evet demedik, üye olmasının önünü açmaya evet dedik” şeklinde bir hava yaratıyor. Demek ki tepkiler iktidarı ‘yaptığını düşünmeye' sevk etti.

Zirvenin kazananı ABD oldu

Biden neden Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sırtını bu kadar sıvazladı sizce?

ABD Başkanı, dünyanın ekonomik olarak en büyük gücünü, en büyük silahlı kuvvetlerini yöneten bir adam olarak gerçekçi, akılcı ve faydacı davranır. Bu zirvede istediğini kim aldı, ABD aldı. Kim U dönüşü yaptı, Türkiye U dönüşü yaptı, ABD İsveç'in üyeliğini istiyor muydu, istiyordu ve elde etti. ABD, Türkiye'nin Rusya ile arasına mesafe koymasını istiyor muydu, istiyordu, elde etti, peki Türkiye karşılığında ne elde etti? Efendim, ABD Başkanı dedi ki ‘Ben F16'ları Türkiye'ye vereceğim', peki bizim amacımız F16 almak mıydı, yoksa biz F35 mi istiyorduk? Dikkat edin, F-35'lerin adı bile anılmıyor. AB üyeliğinde ümit var mı, anında Almanya'dan açıklama geldi, yok. Bize teslim edilmeyen, endüstrimizle, sanayimizle üretim zincirinin bir halkası olduğumuz F35'lerle alakalı bir ümit var mı, hayır yok. Yani biz ceket istemişiz, bize demişler ki “Ceket yok, sana kravat verelim ama kravat vermek için de belli şartlarımız var”,  o durumdayız biz.

Stratejik göç mühendisliği emperyalist güçlerin silahı

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Ocak 2023'te Suriyelilere yönelik bilgilendirmede; “Suriyeliler Türkiye'ye yasa dışı yollarla girmişse bile cezalandırılamaz, hiçbiri kendi isteği dışında geri yollanamaz” diyor. Bir de Avrupa'nın “Geri Kabul Anlaşması” var, acaba bu mülteciler AB ve BM tarafından gerçekten “hiç gitmemek üzere” mi gönderildiler?

Şimdi zaten bu “geçici koruma” statüsündeki sığınmacılar sadece demografik,  sosyolojik yapıyı tahrip etmekle kalmıyorlar,  aynı zamanda çok büyük bir ekonomik yük, büyük bir toplumsal ve kültürel yük. Uluslararası ilişkiler literatürüne – yurt dışında hocalık yaparken görmüştüm- stratejik göç mühendisliği diye bir kavram girdi. O da, büyük emperyalist güçler hedefledikleri, yıkmak, bölmek, parçalamak istedikleri ülkeye böyle kitlesel göçlerin önünü açarak o ülkenin demografisini, sosyolojisini, ekonomisini, demokrasisini, rejimini istikrarsızlaştırıyorlar. İktisadi boyutuyla, güvenlik boyutuyla, toplumsal kültürel boyutuyla, siyasal boyutuyla çok boyutlu bir tehditle karşı karşıya olduğumuz aşikar.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyeleri, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in laikliği hedef almasını İstanbul Kadıköy'de protesto etti.

Amaç haremlik selamlık eğitim düzeni getirmek

 “Laiklik” kavramı  çok öne çıkarıldı, Milli Eğitim Bakanı'nın “kızlara ayrı okul” çıkışından sonra laiklik gündeme getirildi, “Engel oluyorsa  kaldırılsın” sözleri ortaya çıktı. Bu nerelere varabilir?

Laikliğin bizim tarihsel sürecimizde, yurttaşlaşmamızda, milletleşmemizde, devletleşmemizde ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. İlaveten laiklik, özgür bilimin, özgür düşüncenin de temel harcı. Yani, laiklik olmadan demokrasi de olmuyor, laiklik olmadan yurttaşlaşmak, uluslaşmak da olmuyor, hukuk devleti de olmuyor. Laiklik olmadan toplumsal barış da olmuyor, sınıf bilinci de olmuyor, düşünce ve ifade hürriyeti de olmuyor.

 “Bunu kız-erkek okullarına” nasıl bağlıyorlar? BBP Genel Başkanı “Ayrı üniversiteler, hastaneler de olmalı” diyor.

Orada amaç elbette eğitimin karma, bilimsel, laik, eşit bir eğitim olmaktan daha da çıkarılması, artık tamamen haremlik-selamlık bir eğitim düzeni ile laiklikten uzaklaşıp medreseye yakınlaşma konusunda bir adım daha atılması ve eğitimden başlayarak hızlı bir şekilde diğer alanlarda da kadın ve erkekleri ayrıştırmak.  Böyle görüyorum ben ortalıkta dolaşan bu lafları. Bakalım çevremizdeki ülkelere; Afganistan, Irak, Suriye, acaba bunların millet olamaması, bu kadar geri kalması, iç çatışmaları, mezhep, etnik köken üzerinden savaşlar yaşamaları, demokrasiye bir türlü yaklaşamamaları, ulus bilincinin gerçekleşememesi, acaba laik olmamalarıyla da yakından ilgili mi? Elbette ilgili. Bakın, İran'da kadınlar eylem yaparken “Yaşasın Mustafa Kemal Paşa” sloganları atıyorlar, İranlı kadınlar laikliğin özgürlükle, toplumsal barışla ilişkisinin farkındalar. Irak'a, Suriye'ye baktığımızda etnik ve mezhepsel kimlik üzerinden birbirlerini nasıl boğazladıklarını görüyoruz. Afganistan'a baktığımızda nasıl etnik ve mezhepsel aidiyetler, Ortaçağ artığı kimlikler üzerinden ne hallere düştüğünü görüyoruz. Demek ki, yamacımızdaki İslam ülkelerinin tarihine bakmak, laikliğin ne kadar yaşamsal, ne denli önemli, nasıl vazgeçilmez olduğunu bize öğretiyor.

Aynen hiç de gündemde olmadığı halde ortaya bir LGBT konusu çıkarıp “aileyi koruyacağız” diyerek seçim malzemesi yapılması gibi burada da kız okullarından başlanıp laikliğe vardırıldı.

Bilimsel olarak baktığımızda laik eğitimin, karma eğitimin ne kadar önemli olduğu, dünyada ne kadar geniş kabul gördüğü, gelişmiş, çağdaş ülkelerde nasıl kök saldığı ortada iken kalkıp Milli Eğitim Bakanı'nın “Bu da gündeme gelebilir” demesi, gerçekten bir bilimsel hazırlık olmadığını fakat bir siyasal adımın akıllara yerleştirildiğini düşündürüyor bana.

Muhalefet partileri kendi adaylarını çıkarırsa yerel seçimde hepsi kaybeder!

Yerel seçimler yaklaşırken AKP'nin hemen hazırlıklara başladığını, muhalefet partilerinin ise hâlâ önemli konularda kararsız oldukları görülüyor. CHP de, İYİ Parti de yerel seçimlere ayrı ayrı girme ihtimalleri olduğunu açıklıyor. Sizce bu seçim onlar için bir tercih meselesi olabilir mi?

Hiç siyasal tahlil yapmadan önce bir sayısal tahlil yapalım; son seçimlerdeki oyları baz alalım. İYİ Parti 9 küsur aldı, 10 diye yuvarlayalım. İYİ Parti'nin tek başına herhangi bir müttefike gereksinim duymadan 2024 yılı Mart ayındaki seçimlerde iddialı bir parti olması, adaylarının başa güreşmesi için gereksinim duyduğu oy en az yüzde 25-30'dur. İYİ Parti'nin böyle bir sıçrama kabiliyeti var mı? Toplumsal tabanını, seçmen tabanını 3 kat büyütebilir mi, hayır büyütemez. Bakın, hiçbir siyasi tahlil yapmadım, sadece matematik konuştum. CHP 8 ay sonraki seçimlere salt kendi oyuyla; yüzde 25 oyla (yani İYİ Parti ve HDP'den gelecek oylar olmadan, eksi 20 puanla) girecek demektir. Sonuç ne olur; İYİ Parti bir yeri kazanamaz ama CHP'ye kaybettirir.

İYİ Parti neden bir yeri kazanamaz?

Çünkü İYİ Parti bu kadar kısa sürede oyunu arttıramaz, elimizdeki baz oy oranı kabaca yüzde 10. İYİ Parti'nin İstanbul'da, Ankara'da, Bursa'da, İzmir'de, Gaziantep'te, Hatay'da kafaya güreşen aday çıkarabilmesi için en az yüzde 30'a çıkması lazım. İYİ Parti'nin 8 ayda bunu yapma kabiliyeti bence yok.

Yani muhalefet partileri kendi adayını çıkarırsa kaybederler diyorsunuz.

Hepsi kaybeder. Kendisi kazanamaz, CHP'nin de kazanmasını engeller.

ERKEN SEÇİM BEKLEMİYORUM

Peki, nasıl oluyor da “Kendi adayımızla gidebiliriz” diyorlar?

Bence pazarlıkta el yükseltiyorlar.

Kemal Kılıçdaroğlu “Türkiye her an erken seçime gidebilir” dedi, bu nereden çıktı sizce?

Ben Türkiye'nin bir, bir buçuk yıl içinde bir erken seçime gitme ihtimalini görmüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmış, parlamentoda çoğunluğu 322 mebusla elde etmiş bir iktidar var. Ve iktidarı seçime zorlayabilecek güçlü, etkin bir muhalefet yok. İktidar kendi başına güle oynaya seçime gitmez, iktidarı seçime muhalefet zorlar. Peki, başta ana muhalefet olmak üzere muhalefetin haline baktığımızda birbirine girmekten, iktidarı gerçekten demokratik yollarla hırpalayacak, yoracak, onu erken seçime zorlayacak bir siyaset üretmesi sizce bu tabloda mümkün mü?

Bence Kılıçdaroğlu içinden geçeni söylüyor ama bugün, bu koşullarda bir seçim olsa CHP yüzde 25 oyunu muhafaza edebilir mi, bunu düşünmesi lazım.

Muhalefet bu tartışmalarla seçime giderse seçmenleri SANDIKTAN UZAKLAŞABİLİR!

Deniyor ki muhalefet partilerinin seçimden sonraki tutumu muhalefet seçmeninin moralini daha çok bozuyor, buna katılıyor musunuz? Bu tutum muhalif seçmenin sandığa gitmemesine neden olabilir mi?

Olur. Seçimlerin kazanılacağına ilişkin beklenti çok yüksek olduğu için kaybedilince düş kırıklığı da çok yüksek oldu. Muhalif seçmen o yüzden biraz siyasetten soğudu, biraz partisine küstü, bıktı, bezdi. Eğer bu haliyle, kimsenin ne dediğinin anlaşılmadığı, değişimle muradın ne olduğunun belli olmadığı bu tartışmalarla seçime giderse, muhalefet seçmeninde sandıktan soğuma, sandığa gitmeme eğilimi bir ölçekte belirebilir.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp