Top
24/03/2020

Bir cafe’ye bile gidemeyecek miyiz yani

 Bugüne kadar tek bir ayrıcalığa sahip olmak istedim, buna da kavuştum: Her sabah uyanacağım saati kendi kendime belirleme özgürlüğü. Çoğu insanın aksine istediğim saatte uyanıyorum, istediğim saate uyuyorum ve işimi istediğim saatte yapıyorum. Çalan telefonlar, ofisteki ayaküstü sohbetler, başkalarının çocuklarının ilgilenmediğim hayat maceraları, iş arasında bol bol tüketilen Türk kahvesi ve ince belli bardaktaki çaylarla uğraşmak zorunda kalmadım, çok memnunum

Epey uzun zamandır “birinci mekan denilen evle “ikinci mekan” denilen işyerim aynı olduğundan sosyal mesafe günlerinin beni çok etkilemeyeceğini düşündüm başta. Aslında göründüğümden daha asosyalim. Çalışmasam ya da uyumasam da evde vakit geçirmeyi, evde arkadaşlarımı ağırlamayı, yemek yapmayı, film ve dizi izlemeyi, yatakta kitap okumayı seviyorum. Hayatımdaki pek çok iyi ve kötü haberi de evdeyken aldım zaten.

Yaklaşık 10 gündür ben de gönüllü/zoraki/bilinçli ev hapsindeyim. Aslında çok şey değişmedi hayatımda ama bu izolasyonun zorunlu olması canımı sıkmaya başladı. Bir kere zannettiğimden daha sosyal olduğumu fark ettim. Dahası, yıllardır evden çıkmadığımı zannetmeme rağmen belli bir rutin tutturduğumu ve onu aradığımı da anladım. 

CAFE TOPLUMU ÇÖKÜYOR

Amerikalı sosyolog Ray Oldenburg 80’lerin sonu, 90’ların başında “üçüncü mekan kavramını ortaya atmıştı. Bireyin ev ve iş dışında gideceği, ama gitmeye zorunlu olmadığı bir mekanın hayatındaki öneminden bahsetmişti. Sosyal statüden bağımsız olarak gidilen ve herkesin aşağı yukarı eşit olduğu bu üçüncü mekanlar insanlara sosyalleşme, toplumun parçası olduklarını hatırlatma ve kaynaşma imkanı sunuyordu. Üçüncü mekanlarda önemli olan sohbet etmekti; esprili, gülücüklü, mutlu sohbetler. Katılmak isteyen herkesin erişebileceği, düzenli müdavimlerinin olduğu, ama dışarıdan gelen yeni insanları da kabul eden ve rahatlatan, insanın kendini evinin dışında evde hissedebileceği yerler olmalıydı buralar.

Avrupa’daCafe Toplumu” yüzyıllardır bu üçüncü mekan işlevini görüyordu zaten. Evden işe gitmek, para biriktirmek, ev ve araba almak, evde televizyon izleyip hafta sonu sinemaya gitmek isteyen Amerikalı içinse 90’ların başında bile bu kavram epey yeniydi. Seattle’dan bir işadamı Avrupa’da insanların sosyalleştiği bu mekanları görüp ‘neden bizde de olmasın’ diye Starbucks’ı kurdu mesela. Ondan daha önce de Los Angeles’ta spor salonlarına sadece vücut geliştirmek için değil, sosyalleşmek, birbiriyle kaynaşmak, hatta tanışıp sevgili olmak (“date” kültürü) için giden insanlar Rolling Stone dergisine yazı dizisi konusu olmuştu. (Daha sonra bu yazılar tarihin en kötü filmlerinden John Travolta’lı “Perfect”e dönüştü.)

90’larda İstanbul’da spor salonları ve cafe’lerle böyle bir kent kültür oluştu. 

Taksim’deki Vakkorama hem cafe’si, hem spor salonu, hem de içindeki özel radyoyla başta Mustafa Sandal olmak üzere kimleri yaratmadı ki? Bugünlerde ülkenin en varlıklı işadamlarından biri olan Muzaffer Yıldırım da yolu buradan geçenlerden. 2000’lerin başında ise Kuruçeşme’deki Planet ve hemen önünde yer alan tabakların sabunla yıkanmayıp şöyle bir sudan geçirildiği cafe bu sosyalleşmenin yerini almıştı. Beyoğlu’ndaki Kaktüs, sonra Cihangir’de Smyrna falan diye devam edip İstanbul’un cafe’leri ve oraların birbirinden antipatik müdavimleri üzerine bir külliyat hazırlayabilirim.

Cafe toplumu” bizim için ithal ve zorlamaydı belki, ama Paris ve Viyana gibi şehirlerdeki küçücük evlerinden çıkıp saatlerce cafe’lerde oturan, üreten, tartışan Avrupalılar için bir zorunluluk, günlük rutinlerinin parçası. 

DÜNYANIN GELECEĞİNE ETKİSİ

Corona günlerinde “üçüncü mekan açlığının doğuracağı eksiklik önem sırasında epey aşağıda herhalde. ABD’de zaten böyle bir kültür olmadığı için insanlar ofislerini, işe gitmeyi özlüyor ve ofis sosyalleşmesini hayatın gerçeği zannediyorlar. Benim gibi hep evden çalışanlarsa arada birileriyle içkiye çıkmayı, spor salonuna gitmeyi, eve birilerini çağırmayı, bir-iki oyun izlemeyi, hiçbir şey bilmeden sinemada film izlemeyi ve tanımadığı insanlarla temas etmeden sosyalleşmeyi özlüyor. 

O yüzden o banklarda oturmak için ısrar eden yaşlıları da anlıyorum. Onların üçüncü mekanı da bugünlerde sökülen o banklar. Ama olağanüstü zamanlarda olağanüstü fedakarlıklar yapma bilincimiz, o klişeye sığınırsam, halka vatandaşı birbirinden ayırıyor herhalde. New York belediyesi bugünlerde en iyi seksin “kendi kendine” seks olduğuna dair bildiriler bile yayınladı.

Oldenburg üçüncü mekanların demokrasi kültürünün gelişmesi ve sivil katılımı kuvvetlendirilmesinde önemi olduğunu da yazmıştı. Özellikle dünyanın virüs-sonrası geleceğine dair öngörüler yapılırken, bu krizden sosyalizme mi yoksa faşizme mi doğru kayacağımız tartışmaları dönerken, geleceği bu üçüncü mekan eksikliğinin sonuçlarının şekillendireceği de bir gerçek. Ama bu tartışmanın bugün zamanı değil herhalde.

*

Yaşlıları evde tutmak üzerine

 

Bir 10 sene öncenin 65 yaşıyla bugünün 65 yaşı aynı değil. Hatta giderek 50 yaşına gelenler “orta yaş” sınıfına girmeye başlıyor. Zaten bir kronolojik yaş var, bir de biyolojik. Bazen ikisi birbirini tutmayabiliyor. 

Türkiye’de 65 yaşın üzerindekilere uygulanan sokağa çıkma yasağıysa sadece bu yönden değil, anlaşılma ve uygulanma bakımından da tartışmalı. 

COVID-19 hakkında ilk bilgiler yayılmaya başladığından beri yaşlıların risk grubunda olduğu ezberine inandık. Ama zamanla her yaş grubunun virüse yakalanabileceği, önceden nefes problemi çekenlerinse hayatını kaybetme ihtimallerinin daha fazla olduğunu öğrendik. Genç hasta sayısı artmaya, ölüm haberleri gelmeye başladığında bile Corona yaşlıları vuruyor” ezberini bozamadık.

65 yaşa uygulanan yasak aslında yaşlıları korumak için; ama sanki yaşlılardan bizi korumak için uygulanıyor. Zaten bu yüzden birçok genç ‘bana bir şey olmaz’ şuursuzluğunda. İstanbul’da da böyle, İtalya’da da, New York’ta da. Oysa gençlere de bir şey oluyor. Sokakta serbestçe dolaşan gençler virüse yakalanıp evdekilere, evde kalan yaşlılara da bulaştırıp hayatlarını riske atabiliyorlar. 

Tedbirlerin ayrımcılık gözetmemesi gerekiyor. 65 yaşının üstündekiler virüsü yaymak konusunda ne kadar tehlikeliyse, 65 yaşın altındakiler de öyle. 

Ne yazık ki ricayla, tavsiyeyle, bilinçle kendi kararını veren bir halkımız da yok. Sınıf, parti aidiyeti, yaş da dinlemiyor. Rakamların hızla arttığı Türkiye’de sokağa çıkma yasağı sıkıyönetim şeklinde acilen uygulanmalı. Zaten birkaç güne kaçınılmaz olacak.

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp