Top
04/12/2023

Şeytan / Suçlu / Dahi / Vatansever

Henry Kissinger’ın ardından yazılanlara bakıyorum ve Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemde Başkan Richard Nixon’la 1973’te yaptığı bir konuşmanın kaydında donup kalıyorum. Kissinger, totaliter bir rejimin baskısı altında yaşayan Sovyet Yahudilerinin göç etmesinin “Amerikan dış politikasının hedeflerinden biri olmadığını” söylüyor Nixon’a. "Eğer Sovyetler Birliği’nde Yahudileri gaz odalarına koyarlarsa,” diye devam ediyor, “bu da Amerika’nın kaygısı değildir. Belki insani bir kaygıdır.”

15 yaşında Nazi Almanya’sından kaçıp ABD’ye göç eden, New York’ta evden çıktığında karşı kaldırımdaki çocukların artık kendisini dövmeyeceğini anlayan ve özgürlüğü o gün hisseden Kissinger benzer bir kurtuluşu zulüm altındaki başka Yahudilerden nasıl esirger?

Üçüncü dünya vatandaşları birinci dünyaya kapağı attıktan sonra kendi halklarına yardımcı etmez, hatta onları hor görürler. ABD’de vatandaşlık kazanan Güney Amerikalılar mesela göçmenlerin gelmesini yasaklamayı taahhüt eden politikacılara oy verir, çünkü kendi ayrıcalıklarını başkalarıyla paylaşmak istemezler, kendilerini geride bıraktıkları ülkedekilerden daha üstün görürler. Yurtdışındaki Türkler de birbirine destek değil, köstek olur. Ama Yahudiler öyle değildir, bu kadar az sayıda olmalarına rağmen ayakta kalmalarının nedeni ortak acının yarattığı dayanışma ruhudur, kenetlenirler. Kissinger ya bir istisna ya da gerçekten ruhsuz, duygusuz bir adam olmalı.

Yüz binlerce insanın ölümünden doğrudan ya da dolaylı olarak—tarihçiler kararını verecek—olduğu halde 100 yıllık ömrünün son gününde bile en ufak bir pişmanlık duymaması, muhasebe yapmaması da bu katı kişiliğiyle mi açıklanır? “Büyük adamlar” üzerine—Da Vinci, Einstein, Steve Jobs, son olarak Elon Musk—kitaplarıyla tanınan Walter Isaacson da Kissinger biyografisinde onun önce psikolojik, sonra siyasi çözümlemesini yapıyor. Kissinger hakkında fikir yürüten hemen herkes de bu sıralamaya sadık kalıyor, siyasi kararlarının psikolojik bir altyapısı olduğunu iddia ediyorlar.

Kissinger çocuk denecek yaşta ve kötü hatıralarla bıraktığı doğduğu Almanya’ya daha sonra Amerikan askeri olarak dönüyor. Savaştan sonra ziyaret ettiği doğum yeri Fürth’te sadece 37 Yahudi’nin kaldığını görüyor. Anneannesi de dahil pek çok yakınını ölüm kamplarında kaybediyor. Bununla yüzleşen birinin insanlığa olan inancını kaybetmesini çok da yadırgamamak gerek.

*

Engin Ardıç, eşi kendisi ve çocuklarını yakan Ercan Arıklı’nın bu trajik olaydan sonra insanlardan nefret eden bir “misanthrope”a dönüştüğünü, o günden sonra herkesin kolay harcanacak kişiler olarak gördüğünü yazmıştı. Bu tespit üzerinde zamanında çok düşündüm. Ercan Arıklı’yı ben de yağmur olsa kimsenin tarlasına yağmayacak biri olarak tanıdım. Ama bu “misanthrope” tespitine takılmamın nedeni Arıklı değildi, bendim.

Annemi ve babamı onlar daha henüz yaşlanmadan kaybettim. İki kaybın arasında çok kısa sayılmayacak bir süre geçti. İlkine hazırlıksız yakalandım, ikincisinde daha tecrübeli ve olgun olduğumu düşünüyordum. Annemi kaybettikten sonra başkalarının hayatlarına ve acılarına daha duyarlı oldum. Başkalarının acısına daha duyarlı olmak ilk büyük ölümü yaşayanlarda yaygın görülen bir sendrom. Ben de hemen tanıdığımın cenazesine gitmeye çalıştım mesela. Başsağlığı telefonlarını aksatmadım. Mümkün olduğu kadar benzer acıyı hisseden yakınlarımın yanında olmaya çalıştım.

Babamı kaybettiğimde hayatım ilk yaşadığım kayba kıyasla daha karmaşıktı. Arka arkaya gelen kayıplardan sadece biriydi onun ölümü. Çok fazla ilişkimiz de yoktu ama tabii ki biyolojik bağı kopartmak mümkün değil ve tahmin ettiğinden daha fazla etkilendim. Ama annemi kaybettiğimin tam tersi yönde.

Hayatımın her alanının aksadığı—iş, ev, memleket—bir dönemde babamı kaybetmek beni insanlar ve insanlıktan nefret eden birine dönüştürdü. Dünyaya inancım kalmadığı gibi annemin ölümünden sonra kendimi başkalarına borçlu hissederek edindiğim alışkanlıklardan da sıyrılmaya başladım. Cenazelere daha az gider oldum. Bu başlı başına bir sorun çünkü yaşım ilerledikçe daha fazla tanıdığım ölüyor. Başsağlığı telefonu açmak giderek bir zulme dönüşüyor ve nadir durumlarda, kendi anne-babalarının ölümlerinden dolayı hala acı çeken tanıdıklarıma dünyanın en iğrenç insanının ağzına yakışacak şekilde “Aş artık, anne-babasını kaybeden tek kişi sen değilsin,” diyorum. “Hepimiz yaşadık.” Kendimi tutamıyorum.

Geçtiğimiz günlerde bir tanıdığım öldü. Uzun yıllardır görmüyordum, kısa bir süre önce tesadüfen yolumuz kesişmiş ve arada yazışmaya başlamıştık. İstanbul’a geldiğimde ona daha sık uğramak istiyordum. Geçen yaz birileri kanser olduğunu söyledi, dördüncü evre dediler. Bu düpedüz bir ölüm fermanıydı ve ne yapacağımı bilemedim.

Ölümünü bekleyen bir insana ne söylenebilir? “Görüşmek üzere” mi diyeceğim, “Kendine iyi bak” mı? Hiçbir şey yapmadım. Bir telefon dahi açmadım. Ve o kendi ölümünü beklerken, ben de onun ölümünü uzaktan çaresiz bir izleyici olarak ondan habersiz bekledim.

Öldükten sonra fark ettim, aynı yaştaymışız. Ve nedense aynı yaşta olduğumuzu anladığımdan beri bu ölüm beni daha da sarstı, hiçbir şey yapmamış olmam daha da öfkelendirdi. Ama sonra yeniden kendi kendime inşa ettiğim o katı tarafım devreye giriyor ve “Ölümü bekleyen bir insana ne söylenebilir?” diyorum kendi kendime. “Görüşmek üzere mi diyeceğim, kendine iyi bak mı?”

*

Kissinger’ın kendi oğlu dahi babasının siyasi kararlarının çocukluk tecrübeleriyle şekillendiğini söylüyor. “Oğlum o yılları yaşamadı,” diye karşılık veriyor Kissinger. Büyük ihtimalle haklı da. Geçmiş tecrübelerimiz ve travmalarımız bizi sandığımızdan daha fazla etkilemiş olabilir, ama yaptıklarımızın tek açıklaması da bu olamaz.

Kissinger çok çalışkan, konusuna hakim, vizyoner bir diplomattı. Dünyadaki bütün dışişleri bakanları hâlâ onun kadar etkili ve tarihin akışını değiştirecek kadar önemli olmak ister. Derinliği bırakın, stratejisi bile olmayanlar dahi. Kissinger’ı diğer bütün mevkidaşlarından ayıran ve neden bir başkasının yeni Kissinger olmayacağının yanıtı ise sadece entelektüel kapasitede gizli değil.

Kissinger, körü körüne hizmet ettiği devlete sadık bir görev adamıydı. Tek önceliği Amerika’nın çıkarlarını korumaktı ve ne olursa olsun bu çıkarları bütün başka kaygıların üzerinde tutmaktı. Bu açıdan, evet, Amerika’nın önceliği eğer imparatorluğa bir faydası yoksa Sovyet Yahudilerini kurtarmak olmayabilirdi. Kendisinin soykırımdan kaçan bir Yahudi olması da bu gerçeği değiştirmiyor, hatta konuyla ilgisi bile olmayabilir. Çünkü görevi kendi kimliğinin önünde.

Kissinger’ın kimi yasadışı da olan bütün eylemlerinin sonunda kazanan hep Amerika oldu, belki bu yüzden büyük ihtimalle savaş suçlusu olmasına rağmen hiçbir zaman yargılanmadı. Hatta aksine, emekli olduktan sonra bile başkanlara gayriresmi danışmanlık yapmaya, New York’ta partilerde ağırlanmaya, 250 bin dolara zenginlere konuşmaya ve adlarını gizli tuttuğu isimlere danışmanlık hizmeti vermeye devam etti.

Amerikan eliti, en az bir 50 yıldır, bu ülkenin kuruluş doktrininde yer alan ayrıcalığı Kissinger’ın en üst düzeye taşıdığını içten içe biliyordu. Belki de bilinçaltında bu yüzden onu hep el üstünde tuttular.

Çin’e açılım yaparak komünist bloku ikiye böldü. Çin’le arabuluculuk yaptığı için Pakistan’ın Doğu Pakistan’da (bugünkü Bangladeş) yaptığı katliama göz yumdu. Kamboçya’yı gizlice bombaladı ve Vietnam Savaşı’nı bitirdiği için Nobel aldı. Amerika’nın en büyük düşmanı o dönem komünizmse var gücüyle savaştı ve Şili’de demokratik yolla seçilmiş hükümeti darbeyle devirdi. Ama Mısır ve İsrail arasında barışı sağladı, Rusya’yı 40 yıl boyunca Ortadoğu’dan uzak tutmayı başardı. Çoğu yaptığının insani açıklaması yoktu, hukuki altyapısı da. Ama kazanan Amerika oldu.

*

Bazen birilerinin elini kire bulaması ve tetiği çekmesi gerekir. Ülkenin çıkarını savunmak, bu göreve getirilenleri zaman zaman insani kaygılardan uzak kararlar vermeye mecbur bırakır. Bunu dışarıdan entelektüel kaygılarla eleştiririz ama pek çoğumuz aynı durumda kalsak benzer kararlar verebiliriz. Konum insanı buna zorlar, bunu ancak o konuma gelen bilir. Yoksa dışarıdan gazel elbette kolay.

Realpolitik’e körü körüne bağlı Kissinger için siyasette duygusallığa yer yok. Kendisini eleştirenleri de hep zekice laflar yapıştırarak geçiştirdi: “Yasa dışı olanı hemen yapıyoruz, Anayasa’ya aykırı olan biraz zaman alıyor.”

Hazırcevaplığı ve zekasıyla biraz Demirel’i andırmıyor mu? Tıpkı Kissinger gibi, Demirel de siyasi günahlarını bugün atasözüne dönüşen esprili cümlelerle kapatmaya çalıştı. Demirel için de siyasette her şey meşruydu, o da siyasi hayatının en büyük kara lekesini realpolitik’le açıkladı: Deniz Gezmiş’lerin idamını engelleyebilirdi, engellemedi, ama bu pazarlığın karşılığında Meclis’i açık tutmakla, askere kaptırmamakla övündü.

“Her şey vatan için” kaygan bir zemin ve gerektiğinde her türlü hukuksuzluğu da temize çekmek için politikacılar için severek kullanılıyor. Nixon açık açık “Başkan yaptıysa yasa dışı değildir,” demişti. Dünyanın başka siyasetçileri farklı zamanlarda bu ilkeyi çaktırmadan sahiplendiler, hatta kötü körüne inandılar; neler neler vatan için diye bizlere zorla kabul ettirildi.

50 sene önce Kissinger’ın vatan için işlediği suçların sonunda Amerika, inşa edilmesine en fazla onun katkıda bulunduğu tek kutuplu dünyanın lideri oldu. Bütün dünya çökmesini beklemesine rağmen Amerikan İmparatorluğu hala güçlü, ama Kissinger’ın orkestrayı yönettiği yıllardaki gibi dokunulmaz değil.

Bu sene San Francisco’daki buluşmada Çin lideri Xi Jinping açık açık ABD Başkanı Joe Biden’a “Bu dünyada ikimize de yer var,” dedi. Haklı, elbette hepimize yer var. Ama Kissinger’ın tasarladığı dünya düzeninde Amerikan başkanına birinin bunu söyleyebileceği, Amerika’nın karşısında rakibinin tahtı paylaşma arzusunu açık açık dillendirebilme cüretini hiç kimse hayal edemezdi. İnsanlar gibi politikanın da ömrü var, 100 yaşında bu dünyadan giden Kissinger’ın siyasi mirası da 50 yıldır ayakta kalsa da bu sene resmen Xi’nin sözleriyle solunum cihazına bağlanmış oldu. Tarihin ironisi, bu toplantıyı organize eden de daha bu senenin temmuz ayında Çin’e gidip büyük saygıyla ağırlanan Kissinger’ın kendisiydi.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp