Top
Dr. C. Ahmet Akışık

Dr. C. Ahmet Akışık

c.ahmetakisik@gmail.com

28/02/2020

İslâm’a Hizmette Sönmeyen Işık “Hüseyin Hilmi Işık Okulu”

Hüseyin Hilmi Işık Efendi, 1329/1911’de İstanbul’da doğdu. 1422/2001’de İstanbul’da vefat etti. Baba ve dede olarak Lofçalıdır. Beş yaşında Kur’ân-ı kerimi hatmetti. 1924’de ilk mektebi/okulu bitirdi. Aynı yıl Askerî Liseye girdi ve 1929’da mezun oldu. Hocası Abdülhakim Arvâsi Efendi’nin tavsiyesi üzerine Askerî Tıbbiyye’den Eczacılık’a geçti. 1936’da Kimya yüksek mühendisi oldu. 1960 ihtilâlinde kıdemli albay iken emekliye sevkedildi.
 
Seyyid Abdülhakim Efendi
 
Abdülhakim Arvâsi Efendi (ö.1943), Van/Başkale doğumlu olup Birinci Dünya Savaşı sebebiyle 1914’de memleketinden hicret ederek birkaç şehirde ikamet etmiş ve 1919’da İstanbul’a yerleşmiştir. Âlim, fazıl ve ehl-i tasavvuf’tan bir zât idi. Aynı yıl Sultan Vahideddin Han tarafından İstanbul’da Medrese-i Mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesi’nde tasavvuf müderrisi olarak tayini yapılmıştır.
H. Hilmi Işık Efendi, 1929’da 18 yaşında Bayezid Camii’nde namaz vaktini beklerken gönül dünyasına “hidâyet-i hâssa” denilen bir kemend atıldı, orada vaaz veren bir hoca efendi tarafından. Kim olduğunu bilmiyordu. Kendine hediye bir “kitapçık” ulaştırıldı. Elindeki kitapçıkta vaaz veren Hoca’nın ismi yazıyordu. Merak etti. Acaba bu Hoca Efendi, başka camilerde vaaz veriyor mu, diye. Eyüp Camii söylenmişti. Her manevî çağlayanın mutlaka fizikî bir mecra’ı vardır. O camiye gitti. Belki aklından bile geçmediği  “o an” gerçekleşti: “Küçük efendi, seni çok sevdim. Eve ve Kaşgarî Mescidi’ne gelin”.
 
Ülkenin Durumu
 
O yıllarda ülkemizde bütün cadde ve sokaklarda küfür, âdeta sel gibi akıyor, selâtin camilerinde vakit namazlarında ilk saflar bile doldurulamıyor, gelenlerin çoğu da namaza devam edenleri tespitle görevli kişilerdi. Ezan, aslî şekliyle okunamıyordu. Böyle bir ortamda Kur’ân yasaklanmış, Kâ’be’nin yönü değiştirilmiş, şiirlerde kişiler, ilâh derecesine çıkarılmış, korku ve zulüm her tarafı kaplamıştı. Fakat “şafağın sökeceği an, en zifiri karanlıktır” derler.
 
Kaşgarî Dergâhı ve İhsan
 
Artık o “küçük efendi”, Kaşgarî Dergâhının sadık bir müdâvimi olmuştu. Sohbetler, çaylar, vaazlar, dersler ve birlikte namazlar... Kuşkulu bir dönem. Herkes birbirine şüphe ile bakıyor. Hele askerle irtibat, bu şüpheleri daha da artırıyor. Fakat kalpleri yöneten, ne zaptiye memuru, ne de o günün muhbiri! Kalplerin mutlak hâkimi, her şeye kadir olan yüce Allah’tır. İşte o hidayet rehberi Hoca, “küçük efendi”yi keşfetmiş, ona “teveccüh”te bulunmuştur. Teveccüh, Allah’ın nuru ile birine bakmak, onu sevmek değil midir? Buna kim mani olabilir? Artık iki gönül, irtibat hâlindedir. Yemekte, işte, hatta sokakta bile. İnsanlara kapalı, fakat Allah’a ve O’nun sevgili kullarına açık bir dünyaya geçilmiştir. Bu günün iletişim dünyasında hatlar kopabiliyor, konuşma kesilebiliyor ama, bu dünyada böyle bir aksaklık, söz konusu değildir. Gönül, enerjisi tükenmeyen ve mesafe sınırlaması olmayan bir nevi “manevî bluetooth” cihazına dönüşmüştür. Bu cihazın enerjisi, iman, salih amel, mü’minlere sevgi ve evliya-i kiram’a muhabbettir. Küfür, haram ve salih mü’minlere düşmanlık, bu cihazı kilitler ve devre dışı bırakır. Kalbin perdelenmesi, hatta ölmesi denilen durum, işte budur! Artık hiçbir manevî şu’a, o ölen ve kilitlenen kalbe giremez. Bundan böyle orası şeytanın mekânı haline gelmiş ve her türlü kötülüğün de menba’ı olmuştur.
Açıklanan bu konular, fizikî dünyanın keşfedemediği, hatta anlayamadığı gerçeklerdir. Onun için Hak âşıkları, bu gerçeği kavrayamayanlara kesinlikle kızmazlar ve onları tenkit etmezler. Sadece onlara acır ve üzülürler. Nitekim Hazret-i Peygamber, kendisine hakaret edenlere, hatta kendisini taşlayanlara bile beddua etmemiş, “hakikati bilmiyorlar, kavrayamıyorlar” buyurmuştur. Hakikate kulaklarını tıkayanlar, hiçbir zaman ona kavuşamazlar. Ayette şöyle buyrulmuştur:
(Onlar,) sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (hidâyet yolunu görmezler), artık (bu durumda) onlar, (hak yol olan İslâm’a) dönmezler. (Bakara,18)
 
Nimete Kavuşma
 
Aslında bu işin sırrı, istek, dua, nasip ve ihsanda! Hidayete tâlip olan, onu arayan, mutlaka onu buluyor. Hak teâlâ’nın kanunu böyle. Hocası tarafından “küçük efendi” olarak nitelendirilen H. Hilmi Efendi, hakka talip oldu, aradı ve buldu. O, hakkın ve hidayetin nerede olduğunu gösteren Hocası Seyyid Abdülhakim Efendi’yi böyle keşfetti. Ancak bu keşif, sırlarla doludur. Şer’î tasavvuf dünyasının gerçekleri ile fizikî dünyanın gerçekleri aynı değildir. O gerçek de şudur: Talebe mi, hocasını, yoksa hoca mı talebesini keşfeder?” Bu bir sırdır. Elbette burada istek, ihlaslı yöneliş ve arayış, “manevî dünya”nın mıknatısları hükmündedir. Hangisinin ağır bastığını anlamak, o kadar kolay değildir, ama bu, çok da önemli değildir. Burada önemli olan, “ihlas yüklü” iki gönlün irtibatı, “alış ve verişi”dir. “Nasip ve ihsan” denilen “nimet”, diğer bir ifadeyle “feyz” de esasen budur! O feyz, mecrasını bulunca, akar da akar. Hidayeti ve feyzi yaratan, ancak Allahü teâlâ’dır.
 
Tasavvufî Hakikat
 
Fakat, işin tuhaf yönü, insanlar, nedense aşk gibi dünyevî konularda fizikî mıknatıslanmaya, elektriklenmeye inanırlar da dinî konularda kalbî ve manevî mıknatıslanmaya bir türlü inanamazlar ya da inanmakta güçlük çekerler. Hatta şüphe ederler. “Acaba” derler. İşte Tasavvufî hakikat, bu “şüphe ve acaba”yı ortadan kaldırmanın ta kendisidir! Tasavvuf sayesinde; gaflet ve mâlâyâniyle ölen kalplerin ihlâs ve zikirle diriltildiğini; sonsuz ahiret zevkleri karşısında geçici dünya zevklerinin hiç olduğunu; hak ve hukuk tanımayan azgın nefsin gemlendiğini; ibadetlerin şekil olmaktan çıkıp vicdanîleştiğini, zevk hâline geldiğini ve ru’yete kavuşulduğunu nasıl anlatacaksın? Elbette kolay değil. Bu, “bal”ı anlatmakla yemek arasındaki fark gibi. Tasavvuf büyükleri, bunu böyle anlatıyorlar.
 
İslam’a Hizmette Yol Haritası
 
İşte H. Hilmi Işık Efendi, hocası Abdülhakim Efendi’nin tam 14 sene sohbetlerinde, vaazlarında, derslerinde ve kır gezilerinde bulunmuştur. Enbiyanın vârisleri olan Ehl-i Sünnet alimlerinin İslâm’ı nasıl anladıkları, nasıl tebliğ ettikleri ve nasıl yaşadıklarını Hocasında bizzat görmüştür. Ne emretmişse, hepsini harfiyyen yerine getirmiştir.
İşe, Sarf ve Nahiv ilimlerinin alfabesi mesabesinde olan Emsile ve Avâmil ile başlanmıştır. Akaid’de Arapça Emâli kasidesi (67 beyit) ezberlenmiş, fıkıhta Osmanlı Türkçesiyle yazılı temel kitaplar alınmış ve zaman zaman soru-cevap şeklinde müzakereler yapılmıştır. Arapça kitaplardan bazı bölümlerin çevirisi, ev ödevi olarak verilmiş ve bunların kontrolü sağlanmıştır. Hocasının talimatları doğrultusunda “kişiye özel öğretim programı” uygulanmıştır. Tefsir’de Beydâvî, Hadis’te Buhârî, Akâid’te Emâli Kasidesi, Fıkıh’ta İbn Abidîn, Siyer’de Mevâhib-i Ledünniye, Tasavvuf’ta (İ.Rabbanî) Mektûbat ve Ahlâk’ta İhyâ’nın çok kıymetli oldukları ifade edilmiştir. İlmî çalışmalarda bu eserler başta olmak üzere bütün Sünnî alimlerin eserleri esas alınmıştır.
Hocasının sohbetlerinde bazı kişilerin Tarikatçılık ismi altında İslâm’a nasıl ihanet ettiklerini ve Müslümanları nasıl aldattıklarını dinlemiştir. Gerçek Tasavvuf’un “uçmak” ya da “suda yürümek” değil, Şeriatın özü ve esasını kavramak ve uygulamak olduğunu anlamıştır. İmanı ortadan kaldıran ve Ehl-i Sünnet Akâidi’ne zarar veren dalâlet ve bid’at fırka ve temsilcilerini öğrenmiştir. Umuma açık olan yerlerde ve vaazlarında Fir’avun ve Nemrut sembol olarak kullanılarak ülkemizde ve dış dünyadaki İslâm düşmanlarını anlatma ve tanıtma şekline vakıf olmuştur.
 
Ahmet Mekkî Efendi
 
H. Hilmi Işık Efendi, Hocası Abdülhakim Efendi’den “özel öğretim” yoluyla aldığı Şer’î ilimler tahsiline, Hocasının oğlu Müderris Müftü Ahmed Mekkî Efendi ile devam etmiştir. Mekkî Efendi (ö.1967)’nin Tefsir’den Belâgat’a kadar şer’î ilimlerle ilgili dersleri, tam 7 sene devam etmiştir. Sonunda Mekkî Efendi, H. Hilmi Işık Efendi’ye Şer’î ilimlerin tümünü kapsayan bir “icâzetnâme/diploma”(*) vermiştir. Medreseler kapatılmış olsa da Osmanlı eğitim sisteminde uygulanan dersler ve sonunda verilen “icâzetnâme”ler, ülkemizde bazı bölgelerde ve İslam beldelerinde hâlen devam etmektedir. Bu satırların yazarı da medrese eğitimi alanlardandır.
Osmanlı eğitim sistemi, Ehl-i Sünnet Müslümanlığına dayanmaktaydı. Onun için yerli ve yabancı hiçbir Modernist ve Oryantalist, Osmanlıyı sevmez ve âlimlerini tenkit dışında kaynak olarak kullanmaz.
 
İslam Öğretim Programı
 
Hüseyin Hilmi Işık Efendi, özellikle 19. yüzyılın sonlarında ülkemizde ve dünyada İslam’ın Misyoner Oryantalistler tarafından yanlış tanıtıldığını, tezyif ve tahrif edildiğini görünce, bütün ömrünü İslam’ın doğru tanıtılmasına ve bu doğruyu ihlâl eden yerli ve yabancı bütün bid’at, dalâlet ve küfür ehline verilmesi gereken cevaplara adamıştır. “Eğer gençlerimiz Ehl-i Sünnet kaynaklarına inme imkânından mahrum bırakılmasaydı, bu kitapları yazmaya teşebbüs etmezdim. Çünkü dinimiz İslam, âlimlerimiz tarafından her konusu kâfi miktarda açıklanmıştır.” diyerek, halkın ve özellikle gençlerin İslâm ile bağının doğru bir şekilde devam etmesini sağlamak, bid’at ehli ve İslam düşmanlarının hilelerini insanlara bildirmek gayesiyle Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce (ve diğer) kitaplar yayınlamıştır. Böylece ilim sahibi olarak sorumluluğunu yerine getirmiştir. Bu çalışmalarında en büyük yardımcısı da damadı Enver Ören Bey olmuştur.
Yayınlanan kitaplarda “İslam ve Öğretimi” şu özet esaslarla açıklanabilir:
1. Son ilâhî din, İslâm’dır. Son Peygamber Muhammed aleyhisselâm’dır. Kitabı Kur’ân-ı kerimdir. Kur’ân’ın bir âyeti, bir kelimesi değişmeden bu güne kadar gelmiştir.
Tevrat ve İncil, her ikisi de tahrif edilmiştir (bozulmuştur). Son din İslâm, her iki dini yürürlükten kaldırmıştır. Yahudi ve Hristiyanların hiçbiri ve diğer din sâlikleri, İslam’a göre iman etmiş değildirler. Kâfirlerin hepsi Cehennemliktir. Ancak “kelime-i şehâdet”i getirerek İslâm’ı seçen, Muhammed aleyhisselâm’ın Peygamberliğini, Kur’ân’ı ve getirdiği bütün hükümlerini kabul eden Müslüman olmuştur. Ahirette Müslümanın gideceği yer Cennettir.
İslâm coğrafyasında “Kur’ân, Peygamberin sözleridir” diyen, “Kur’ân bize yeter” diyerek Peygamberi devre dışı bırakan, Deizm ve Fideizm gibi Kur’ân ve Peygambere imanı gerekli görmeyen bütün inanış sahipleri, Kur’ân âyetleriyle alay eden zındıklardır. Zındıkların ahirette gidecekleri yer, cehennemdir. Bazı zındıklar, Müslüman ismi taşırlar.
2. Allahü teâlâ, vardır, birdir, benzeri ve ortağı yoktur. Doğmamıştır ve doğurmamıştır. Hak teâlâ’nın, zâtî ve subûtî sıfatları vardır. Sıfatlar, zâtının ne aynıdır, ne de gayrıdır. Zâtı ve sıfatları, ezelîdir (kadîmdir), başlangıcı yoktur ve ebedîdir (bâkîdir), sonu yoktur (dâimîdir). Her şeyin hâlikı/yaratıcısı Allahü teâlâ’dır. İnsanı ve fiillerini, evrende canlı cansız, atomdan gezegene kadar her varlığı, O yaratmış ve yaratmaktadır. Hak teâlâ mutlak irade sahibidir. Dilediği her şey olur. Açık ve gizli, olmuş ve olacak, her şeyi bilir, işitir ve görür.
Yehudiler Uzeyr’i, Hristiyanlar da Hazret-i İsa’yı, Allah’ın oğlu ilân ederek kâfir oldular. Ehl-i kitap Müslüman olmadıkça, hiçbiri cennete giremez. “Girer” diyenler, sapkındırlar. “Allah’ın rahmeti gazabını aşmıştır” diyerek, Kur’ân âyetleriyle açıklanan kâfirleri cennete koyan Müslüman görünümlü kişiler, etiketleri ne olursa olsun Münafıktırlar.
3. İslam’ın şartı beş, imanın şartı da altıdır.
“Kur’ân, Peygamber’e iman edin demiyor” diyen katıksız Misyoner ruhludur. Kur’ân’ın açık bir hükmüne inanmayan, İslam’a iman etmiş olmaz. “Zarûriyyât-ı dîniyye”den birini inkâr, imanî yönden tehlikelidir. Böylece namaza, oruca, hacca ve zekâta inanmayan Müslüman değildir.
4. Bütün sahâbe-i kiram, sikadır (âdil ve güvenilir kişilerdir).
Eshâb-ı kirâm arasında ayırım yapmak, dalâlet ve bid’attır.
5. Hazret-i Peygamber’in tebliğ ettiği İslam’ı, Eshâb-ı Kiram ve bunların yolunda giden tâbiîn-i kiram, dört Mezhep İmam’ı ve bunlara tâbi olan Müctehid ve âlimler doğru olarak açıklamışlardır. Dört Mezhep imamından önce Müctehidler gelmişse de bunların fetvaları mezhep hâline gelmeden tarihî süreç içinde kaybolmuştur. Böylece amelde Dört Mezhep ve itikatta İmam Maturidî ve İmam Eş’ar’î “Ehl-i Sünnet” ismi altında salih Müslümanları temsil etmiş ve etmektedirler.
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Dört Mezhebe muhalif bir âlim, kesinlikle Müctehid kabul edilmez ve fetvalarına uyulmaz. O, bid’at ve dalâlet ehlidir. Küfür, dalâlet ve bütün günahların panzehri, TEVBE’dir. Tevbe eden, yüce Allah’ın af ve mağfiretine kavuşur ve Cennete girer. Ne mutlu tevbe edenlere!
(*) Hüseyin Hilmi Işık Efendi “rahmetüllahi aleyh”in Şer’î ilimlerle ilgili “icâzetnâme”si için bk. http://islamilimleri.com/AnaSayfa/10/003.htm
 
Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp