Top
Tan Morgül

Tan Morgül

tan.morgul@radikal.com.tr

25/02/2013

Tüm kara balıkların şerefine

O çocuklar ki, ‘Küçük Kara Balık’ın* hikâyesini okumuşlardır; işte onların aklına daha küçük yaşlarda çok güzel şeyler düşmüştür. Hikâyenin sonunda uykuları kaçmış ve cesur küçük kara balığın yokluğunda denizleri düşünmüşlerdir. Bütün nehirlerin büyük bir şamatayla kavuştuğu o uçsuz bucaksız denizlerdeki maceraları ve afili dünyalarını şenlendirecek sayısız varyeteleri düşlemişlerdir. Sonrası malum; çocuklar büyümüş, denizler kirlenmiş ve yeni yetme hayalleri akacak güzel bir akıntı bulamadığından suyun diplerine çökmüştür. En fenası; teslim oldukları sıkıcı ergen hikâyelerine cüret eden ve en fiyakalı rüyalarını süsleyen cesur kara balıkları, kendi çocuklarına dahi anlatmaya korkar olmuşlardır.

Az buz değil hani; tam 120 yazı olmuş. Bu da iki seneyi geçkin bir süre demek. Başlardaki kısa bir ‘cuma’ dönemini saymazsak, her pazartesi Radikal’de memleketin balık kültürü, tarihi, mutfağı, ‘hakları’ ve daha da bir sürü şeyi üzerine muhabbet derleyip durdum. Yetmedi, başta Akdeniz olmak üzere, gezegenin balık meseleleriyle de hemhal oldum. Ortalığı fena halde balık kokuturken de hiç utanıp, sıkılmadım. Öyle ya üç tarafımız denizlerle, iç taraflarımız nehir ve göllerle çevriliyken, cemi cümle genzimizi yakmanın ziyadesiyle faydası vardı. Neyse, elimden geleni yapmaya çalıştım. Maziye gittim fena keyiflendim, ağız dolusu, şapır şupur yazdım, bu günlere geldim darlandım, damlaya damlaya yazdım. Ama bir şekilde her hafta yazdım. İyi de geldi, ne yalan söyleyeyim... Hiç de aklımda yoktu, ‘balık yazarı’ olmak. Siyaset yazdım, kent yazdım, sosyal hareketler yazdım, çevre yazdım, bazıları bilir çokça futbol da yazdım. Yazdım ha yazdım. İtiraf edeyim; galiba aralarında en fazla balık yazmak iyi geldi. Belki de denize dönmenin, çocukluğu tekrar yoklamanın zamanı gelmişti, o yüzden böyle hissettim.

Öte yandan yazılarımın içine sadece balık da kaçmamıştı. Hayattan demlediklerimi de kayığın bir köşesine istifledim. Başka türlüsü de mümkün olamazdı. Okuyanlar bilir, tüm hayat kompozisyonumu süsleyen kelimeleri bulup çıkararak denize açıldım. İçinden en çok da akıl, izan, vicdan, hak, hukuk, muhabbet geçen cümleleri seçmeye gayret ettim. Öyle tek başına da olmadı tüm bu şamata tabii. Adı anılası o kadar çok insan ve cemiyet var ki... Herkes adına Defne’ye (Koryürek) teşekkür edeyim ki o da benim selamımı diğerlerine iletir. Kenan (Kedikli) da balıkçılara selam eder. Hani ileride çıkıp da birileri çocuklarına, ‘küçük kara balık’ların hikâyesini anlatabilecekse, onlara çok şey borçlu olacak. Ben kendi adıma, tüm o dostlukları, az önce andığım kompozisyonun kıymetli sözcüklerinin yanına ekleyerek teknenin en güzel yerine koydum. Biliyorum ki denize her açıldığımda artık benimle birlikteler. Bunu balık yazarlığının en şık hediyesi olarak not ediyorum. Hepinize sonsuz teşekkürler, iyi ki vardınız ve varsınız. Bunu sadece kendim için de değil, tüm bu coğrafya ve gezegen için söylüyorum. Sonra, tüm bu yolculuğa sabırla eşlik etmiş editörüm Bahar’a, müstafi editörüm Begüm’e, yardımcı editörüm Bahadır’a selam çakıyorum. E Çınar Oskay’ı anmadan olmaz, hiç aklımda yokken balık yazmama o vesile olmuştur. Unutulacak iş değil. Bir de öte âlemden konuşanlara teşekkürü borç biliyorum. Taa Archestratus’tan, Evliya Çelebi’ye kadar bu coğrafyanın balık hikâyelerini derlemiş yazar, gezgin, gurme, cemicümle güzel insanı, yüksek sesle anmak istiyorum. Sonra Sait Faik’in sofrasını özel olarak kurmak istiyorum. Ki daha sonra masaya Karekin Deveciyan’ı, Reşad Ekrem Koçu’yu, Ali Pasiner’i çağıracağım. Hem belki, Boğaz’ın balık efsanesini yazarken, tarihe ismini bile vermeye gerek görmemiş o güzel balıkçılardan bir kaçı da gelip ‘cem’e dem katarlar.

Kabul, biraz kişisel oldu. Ama şu yazı da veda yazısıdır hani, o kadar olur. Hem zaten aklına balıkçılık hevesi düşürmüşler bilir; hadise, biraz da solo bir varyetedir. Çocukken, babamın mesleği (ve de hevesi) gereği pek bir gezerdik- ne de iyi yapardık. Ben de bulduğum her su birikintisine çöker ve balık tutmaya çalışırdım. Babam ve kardeşim pek heveslisi değillerdi. Haliyle, saatlerce tek başıma elimde en ilkelinden olta, kepçe hatta torba denizde, derede, gölde erketede olduğumu bilirim. Bir seferinde, o vakitlerde yaşadığımız Isparta’dan İstanbul’a doğru yol alıyorduk, küçük kırmızı tosbağamızla (74 Volkswagen), yaş da dokuz... Arada yemek molası için, bir gölün kenarında (ismini unuttum) durduğumuzda, soluğu gölün içinde almıştım, elimde saydam bir torba ile... Eğirdir ve Gölcük göllerinde yaver gitmeyen şansımı değiştirmek istiyordum ve ayaklarımın dibinde, hiç bilmediğim, ‘fırsatlar’ dolu bir göl vardı. Dizime kadar suya girdim, torbanın ağzına taş, içine ekmek kırıntısı koydum. Bir elimle de torbanın üstünü tutarak hiç hareket etmeden beklemeye başladım. Kısa bir zaman sonra küçük balıklar ayağımın dibinde bitmişlerdi, ama torbaya girmiyorlardı. Bir kere görmüştüm ya o siyah sırtlarını, annemin “Hadi oğlum yemeğe” sesi aç midemi hiç de ikna etmiyordu. Bekledim, bekledim... Ta ki babamın “Hadi artık gidiyoruz” seslenmesine kadar. Yaramaz çocuktum, dolayısıyla keyfim yerindeyse her daim anne-baba sesindeki asabi kırılmaya kadar şansımı zorlardım. Zorladım da. Ve o sayede, o nihayetinde o balıklardan kara olanı içine girince, hemen torbanın ağzını kapayıp, sudan çıkardım. Yakalamıştım, mutluydum, hiç unutmuyorum, dokuz yaşındaydım. Koşarak sudan çıktım ve elime içi köfte dolu ekmeği alarak tosbağaya bindim. Diğer elimle de sımsıkı küçük kara balığı tutuyordum. Yol boyunca da tuttum. Sonrası mı? Önemli mi! Hâlâ anlatacak bir küçük kara balık hikâyem var ya...
Şimdi, bana müsaade! Ne hikâyesiz, ne balıksız kalın!

* “Küçük Kara Balık”, Samed Behrengi.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp