Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

12/12/2023

Çocukluk aşkı, memleket özlemi ve ötesi…

Celine Song’un otobiyografik etkiler taşıyan ilk uzun filmi ‘Başka Bir Hayatta’ (Past Lives) sona erdiğinde, meramını sade ve açık şekilde anlatan filmler seyretmeyi özlediğimi fark ettim. Hikâyesinin mütevazı akışını ve ‘Bir sonuca varma’ konusundaki iddiasızlığını sevdim. Diyaloglara dayanan yapısıyla biraz 1960’ların Fransız Yeni Dalga filmlerini getirdi aklıma. Geçip giden yıllar üzerinden hayatın kırılma noktalarına bakma çabası ise Richard Linklater filmlerine götürdü beni. Sadece ‘Before’ serisini değil, bir insanın 6-18 yaş arasındaki 12 yılını anlatan ve ‘büyüme’nin temelde ne olduğunu anlamaya çalışan ‘Boyhood’u (2014) hatırladım.

‘Başka Bir Hayatta’, kuşkusuz bir büyüme, olgunlaşma hikâyesi anlatmıyor. Ama iki karakterine, çocukluk, gençlik, orta yaş dönemlerindeki ruh halleri üzerinden bakarak dolaylı yoldan büyümeyi konu alıyor. Öte yandan, her şeyin merkezinde memleket özleminin olduğu hüzünlü bir film seyrediyoruz.

Açılış sahnesinde yüzünü görmediğimiz ama sesini duyduğumuz iki kişi, barda karşılarında oturan iki erkek ile bir kadın arasındaki bağı ve sabahın o saatinde orada ne aradıklarını tahmin etmeye çalışıyorlar. O an, bizim için de dışardan baktığımız üç yabancıdan farksızlar. Gerçi filmin son bölümünde yeniden bara döndüğümüzde, kim olduklarını biliyoruz ama yine de kafalarından tam olarak neler geçtiğini, ne hissettiklerini kestirmekte zorlanıyoruz. Emin olduğumuz tek şey, asla unutamayacakları karmaşık duygular yaşadıkları…

Filmi yazan, yöneten Celine Song’un çıkış noktası olarak gördüğü ve kendi yaşamından aldığı bu sahnede, Nora (Greta Lee), Seul’daki çocukluk aşkı Hae Sung (Teo Yoo) ile Amerikalı eşi Arthur’un (John Magaro) arasında oturuyor. Nora ile Hae Sung 12 yıl önce farklı kararlar alsalar, hayatlarının nereye varacağını konuşurken, Korece bilmeyen Arthur araya hiç girmeden susuyor. Hae Sung yıllar boyunca aklına takılan her şeyi sorarken ve belki ömrünün geri kalanında tutunabileceği bir dal ararken, Nora dürüst yanıtlar vermeye çalışıyor. Sonuçta, o gece çok önemli bir şey yaşanmayacağının farkındayız. Birkaç saat sonra Hae Sung, Seul’a uçarken Nora ile Arthur, East Village’daki evlerinde yeni bir güne başlayacak ve hayat kaldığı yerden devam edecek. Ama üçünün de o geceyi ömürleri boyunca unutmayacakları o kadar belli ki...

Tüm filme o geceyi hazırlayan olayların hikâyesi olarak bakmak mümkün. Her şey, 24 yıl önce Güney Kore’de, Seul’un dar ve merdivenli sokaklarında başlıyor. İkisi de 12 yaşında olan Na Young ve Hae Sung’u okuldan eve dönerken gördüğümüzde aralarındaki yakınlığı hissediyoruz. Na Young, ailenin Kanada’ya göç hazırlıklarını sürdüren annesine arkadaşı Hae Sung’dan söz ediyor ve ileride onunla evleneceğini söylüyor. Duyarlı anne, gitmeden önce iki küçük âşığın birlikte geçireceği bir buluşma ayarlıyor. Parkta heykellerin arasında koşup oynadıkları buluşmanın ardından eve dönerken el ele tutuştuklarını ve Na Young’ın otomobilin arka koltuğunda Hae Sung’un omzunda uyuyakaldığına tanık oluyoruz. Buluşmadan birkaç gün sonra Na Young Moon ailesiyle birlikte Toronto’ya gidiyor ve orada Nora Moon adıyla yeni bir hayata başlıyor.

12 yıl sonra sosyal medyada birbirlerini yeniden bulduklarında internet üzerinden görüşmeyi sürdürüyorlar. Ama kıtaları, okyanusları aşıp fiziksel anlamda yüz yüze gelemiyorlar. Çünkü Nora, Toronto’dan geldiği New York’ta yeni bir hayata başlamak ve çocukluk hayali olan yazarlığa odaklanmak istiyor. Hae Sung’un da çok önceden planlanan öğrenci değişim programıyla Çin’e gitmesi ve orada Mandarin dilini öğrenmesi gerekiyor. Hae Sung görüntülü görüşmeleri sürdürmekten ve aralarındaki bağı hiç bitirmemekten yana olsa da Nora, dikkatinin dağıldığını söyleyerek ‘ara vermek’ istiyor. Böylece, 12 yıl sonra bir kez daha ayrılıyorlar. Ayrılığın peşinden Nora’nın Montauk’ta kaldığı sanatçılar evinde tanıştığı Arthur ile birlikte olduğunu; Hae Sung’un da yeni birisiyle tanıştığını görüyoruz.

12 yıl sonra Hae Sung birkaç günlüğüne kalkıp New York’a geldiğinde Nora artık Yeşil Kart almış evli ve kariyerli bir kadın. Seul’da ayrılmalarından 24 yıl sonra ilk kez yüz yüze görüşme fırsatı buluyorlar. Adını tam koyamadıkları bir ‘ilişki durumları’ var. Eski sevgili değiller; ilişki yaşamamışlar. Çocukluk aşkı ile 12 yıl önceki ‘görüntülü görüşme arkadaşlığı’ arasında bir yerdeler. Kız arkadaşıyla ayrılan Hae Sung’un Seul’dan New York’a sırf kendisi için geldiğini fark eden Nora bir sahnede ‘Ben artık o kız çocuğu’ değilim demek zorunda hissediyor kendini. Tipik bir Koreli erkek olan çocukluk aşkıyla artık ayrı dünyaların insanları olduklarının farkında. Aslında gerçek anlamda birbirlerini tanımıyorlar bile. Aynı şehirde yaşasalar, bırakın ilişkiyi arkadaş olup olmayacakları dahi şüpheli. Yine de aralarında çocukluk yıllarından gelen kopmaz bir bağ, hatta çekim olduğunu seziyoruz. Hae Sung’un Nora’yı hâlâ istediği çok açık. Nora içinse Hae Sung’un, çocukluğun masumiyetini ve en önemlisi içinde hep taşıdığı Kore’yi temsil ettiği belli oluyor. Onda geçmişte kesintiye uğrayan ve artık tümüyle kaybettiği başka bir hayat olasılığını görüyor. Ama o hayatı kaybetmesine çok üzülmediği ortada. Çünkü annesinin yıllar önce söylediği gibi Kore’den ayrılarak çok şey kazandığının farkında.

Filmde, Kore kültüründeki In-Yun kavramı üzerinden iki insanın önceki hayatlarında yaşadığı büyük aşkların, güçlü dostlukların sonraki hayatlarındaki etkilerinden söz ediliyor birkaç kez. Ama Celine Song’un niyeti, filmini metafizik bir alana taşımak değil. Nora’nın aralarında yaşanan romantik anlarda, In-Yun’u anlattıktan sonra Arthur’a dürüstçe ‘Kore’de insanlar bunu birbirlerini baştan çıkarmak için anlatır’ demesi boşuna değil. Kore folklorunun parçası olarak In-Yun, memleket özleminin yansımalarından biri... ‘Eğer şöyle olsaydı, böyle olsaydı, acaba hayatlarımız nasıl olurdu?’ duygusu var filmde hiç kuşkusuz; ama Celine Song’un her şeyi bu düşünce etrafında ördüğünü söylemek zor. Bana sorarsanız, ‘Başka Bir Hayatta’, hayatının gidişinden memnun Nora’nın içinde bir yerde hep taşıyacağı memleket özlemi üzerine bir film.

Nora, çocuk yaşta anne ve babasının kararıyla ismi dahil bütün hayatı değişen bir göçmen. İlk yıllarında çektiği sıkıntılar ve uyumsuzluk sürecinden sonra artık her şeyiyle başka bir insan olmuş durumda. Kore alfabesiyle yazmakta zorlanıyor; annesi dışında kimseyle Korece konuşmuyor. Toronto’dan gelip New York tiyatro dünyasında yazar olarak tutunduğunu unutmamak gerek. Hae Sung ise 30’lu yaşlarında hâlâ anne ve babasıyla oturan, kendi hayatını henüz kuramayan, Nora’nın deyimiyle söylersek ‘fazlasıyla Koreli’ bir erkek.

‘Başka Bir Hayatta’ dramatik çatışmaları, karakter değişimleri ve iç aydınlanmalarıyla öne çıkmıyor. Hiç kirlenmeyecek masum çocukluk aşkının duygusal etkileri üzerine hüzünlü bir film seyrediyoruz ve bence hikâye örgüsünden ziyade her şey ayrıntılarla ilgili. Olup bitenleri baştan sona anlatsam dahi filmden alacağınız keyfin azalması olası değil. ‘Başka Bir Hayatta’ karakterlerin neler yaşayacağını, nasıl seçimler yapacağını, olayların nereye gideceğini merak ettiğiniz filmlerden değil. Her şey detaylar, anlar, sözler, bakışlar, hisler ve sessizlikler üzerine… Ve insan bunların hangi birinden söz edeceğini kestiremiyor. Bunlardan biri, Hae Sung’un çocukken Seul’da, 24 yıl sonra ise New York’taki otomobilin camından dışarıyı seyretmesi… İlkinde Nora’nın kalbini kazanmanın mutluluğu, ikincisinde ise onu bir kez daha kaybetmenin hüznü var. Filmin bir sahnesinde Nora’nın Montauk’u soran Hae Sung’a ‘Sil Baştan’dan (Eternal Sunshine of Spotless Mind - 2004) söz ettiğini unutmamak gerek. İronik şekilde, o filmdeki karakterler gibi aşkı Montauk’ta buluyor Nora.

Celine Song, Nora’nın sadece Hae Sung ile ilişkisini değil, Arthur ile evliliğini de yeterince iyi anlatıyor. Bar sahnesini seyrederken aklımızda Nora ile Arthur’un bir gece önce evde yaptıkları konuşmalar dolaşıyor sürekli. Birbirlerine ne kadar değer verdiklerini, Arthur’un ne kadar duyarlı ve anlayışlı biri olduğunu düşünüyoruz. Öte yandan, Nora’nın Hae Sung’u çekici bulduğunu saklamaya gerek görmediğini de hatırlıyoruz.

Celine Song filmini anaakım karşıtı bir ‘art house’ gibi değil, Christopher Bear ve Daniel Rossen’in yaptığı müziklerin katkısıyla eski usul duygusal ve hüzünlü bir film gibi çekmiş. Görüntü yönetmeni Shabier Kirchner ile dijital yerine 35mm pelikül film kullanmışlar. Başta bar sahnesi olmak üzere çok fazla renkten, canlılıktan kaçınmış; ağırlıklı olarak birkaç rengin egemen olduğu pastel tonları tercih etmişler. Montaj oyunlarından kaçınan, uzun çekimleri tercih eden sakin bir tempoyla ilerliyor film. Nora ile Hae Sung’un deniz kıyısında ve deniz üstünde geçirdikleri; Brooklyn Köprüsü’nü ve Özgürlük Heykeli’ni gördükleri günler başta olmak üzere New York’a, pek alışık olmadığımız tarzda turist gözüyle bakmaktan hiç kaçınmıyor Song. İkisini New York’un tadını çıkarmaya çalışan Güney Koreli turistler gibi gösteriyor; bir sahnede tam arkalarında gördüğümüz atlıkarıncayı yitik çocukluklarının simgesi gibi kullanıyor. Daha sonra Arthur ile New York’ta benzer bir gün yaşamadıklarını öğrenmemiz, kuşkusuz kayda değer. Nora’nın çocukluğunun her zaman Hae Sung’a ait olacağının işareti gibi bu sahneler.

Tam da burada, Arthur’un neden Korece öğrenmek istediğini açıkladığı yatak odası sahnesini hatırlamak gerek. Arthur, Nora’nın uykusunda Korece konuştuğunu, rüyalarını Korece gördüğünü ve onu tanımak için bu dili öğrenmesi gerektiğini söylüyor. Sadece Arthur’un eksiklik duygusunu değil, asıl olarak ilk kuşak göçmenlerin ruh halini anlatan etkileyici bir detay bu…

‘Başka Bir Hayatta’nın önceki ilk veya ikinci kuşak göçmen filmlerinden ayrılan yanı da burası galiba. Nora ülkesinin geleneksel kültürüne bağlı bir ailenin değil, evlerinde İngilizce şarkılar dinleyen film yönetmeni baba ile sanatçı annenin çocuğu. Geçmişi ve köklerini büyükanneler, büyükbabalar ile aile gelenekleri değil, çocukluk aşkı ve rüyalardaki Korece temsil ediyor. Küçük âşıkların ilk buluşmasının Kore modernizminin yansıması olan heykelli bir parkta gerçekleşmesi anlamlı. Dolayısıyla, ‘Başka Bir Hayatta’nın son yıllarda Uzakdoğulu göçmenleri anlatan ‘Elveda’ (The Farewell -2019), ‘Minari’ (2020) gibi filmlerden kendini ayrıştırdığını, yeni bir şey söylediğini düşünüyorum.

7.5/10

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp