Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

10/03/2013

İki usta iki film

Woody Allen uzun bir süredir “Match Point” (Maç Sayısı) dışında, genelde “seyircinin kendini iyi hissettiği” filmler yapıyor. Bunlar ilk bakışta seyircinin pek de mutlu ayrılacağı filmlere benzemiyor. Bizde yeni gösterime giren 2010 tarihli “Uzun Boylu Esmer Adam” (YouWill Meet A Tall Dark Stranger) mesela...

Genç sevgili bulmak uğruna karısını terk eden Alfie (Anthony Hopkins); çözümü şarlatan falcılar ve içkide arayan eski eş Helena (Gemma Jones); beş parasız, başarısız yazar Roy (Josh Brolin) ve onun bir galeride çalışan mutsuz eşi Sally (NaomiWatts) filmin ana karakterleri... Aşkı, başarıyı, gençliği ve mutluluğu arayan karakterlerden biri hariç tümü yenilgi ve hayal kırıklığıyla noktalıyor filmi ama Allen’ın o ince mizahı tuhaf bir şekilde size huzur veriyor, hayatın tersliklerine, mutsuzluklara, insani zaaflara dışarıdan bakmanızı ve kendinizi iyi hissetmenizi sağlıyor.


Allen, Londra’da çektiği filmde kibir, açgözlülük, yalancılık ve özellikle de insan ilişkilerindeki sahteliklerle ince ince dalgasını geçiyor. Bunun yerine saflığı, dürüstlüğü ve inanmanın önemini gösteriyor. Tabii, tüm bunlar filmden çıktıktan sonra düşündükleriniz. Yoksa film “yalan rüzgârı” tadında şehvet, aşk ve ihanet ilişkileriyle akıp gidiyor. Allen’ın şehir olarak Londra’yı öne çıkarmadığı, sarı sıcak bir renk paleti kullandığı film, üstadın özellikle Manhattan’da çektiği filmlerine benziyor. Oyuncular bir Woody Allen filminde olmanın keyfini çıkarırken, karakterlerin zaaflarını, nevrozlarını, çelişkilerini, sahteliklerini incelikle yorumluyorlar. Özellikle Naomi Watts ile Anthony Hopkins’in “refüze” edildikleri sahnelerdeki oyunculukları görülmeye değer...


BİR HAYAL KIRIKLIĞI: “AŞKIN İZLERİ”


Allen’ın çok film çektiği, kendini tekrar ettiği ve “Match Point”, “Paris’te Geceyarısı” gibi istisnaları saymazsak o eski güzel filmlerini arattığı doğru. Ama kendi adıma, filmlerini seyrederken hâlâ iyi vakit geçiriyorum.

Aynı şeyi Terrence Malick‘in son dönem filmleri için söylemem mümkün değil. “Badlands”, “Days of Heaven”, “İnce Kırmızı Hat” gibi üç başyapıttan sonra Malick sinemasıyla aramdaki mesafe giderek açılıyor. Yıllardır basından ve kameralardan kaçan yönetmenin yeni filmi “Aşkın İzleri” (To The Wonder) bu mesafeyi daha da açan bir film. Malick’in, sahneleri kesik kesik birleştirdiği sıçramalı kurgusu; ağır, yumuşak ve zarifçe hareket eden kamerası ve lirik görüntüleriyle hiçbir sorunum yok. Bu özgün üslup sayesinde “Aşkın İzleri”, mesela evde kanapede yarı uykulu seyredilirken çok nefis bir film izlenimi verebilir. Ama aydınlık bir zihinle seyrettiğinizde zamanın çok kötü kullanıldığını, kayda değer önemli anların, gelişmelerin ve çatışmaların çok uzun aralıklarla gerçekleştiğini tespit etmek mümkün. Müzik ve görüntüler güzel ama birçok planda dişe dokunur bir şey anlatılmıyor.



Her şey bitip meseleyi kavradığınızda ise filmin aşk, ihanet, sadakat, inanç, affetme ve kültürel farklılıklar üzerine zaten yeni bir şey söylemediğini, her şeyin 30 dakikada anlatılabileceğini fark ediyorsunuz. Olga Kurylenko‘nun oynadığı Marine bir yana Ben Affleck hayli renksiz bir ana karakter. Rachel McAdams ve Javier Bardem‘in canlandırdığı yan karakterler ise filme katkı sağlamaktan uzaklar. Hayranları ne der bilmiyorum ama “Aşkın İzleri”, öyküsü, gevşek senaryosu ve meselesiyle bence Malick’in en zayıf filmi.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp