Top
Mehmet Açar

Mehmet Açar

macar@htgazete.com.tr

08/12/2023

Gerçekten 'Kötülük Diye Bir Şey Yok' mu?

Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü ve FIPRESCI Ödülü’nü kazanan ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’ (Aku wa sonzai shinai), İngiliz Film Enstitüsü’nün düzenlediği Londra Film Festivali’nde en iyi film seçildi.

‘Drive My Car’ (2021) ile tanıdığımız Japon sinemacı Ryusuke Hamaguchi’nin yazıp yönettiği ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’, başlığı ve finaliyle kafa karıştıran; zihinde sorular uyandıran, anaakım sinema geleneğine ters düşen bir film. Buna karşılık, finale kadar belirsizliğe çok yer vermeyen yalın ve düz bir öyküye sahip.

Olaylar, Japonya’da, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iskana açılan ormanlık bölgedeki küçük yerleşim birimi Mizubiki’de geçiyor. İlk bölümde küçük kızı Hana (Ryo Nishikawa) ile birlikte yaşayan, farklı işler yaparak geçimini sağlayan Takumi’yi (Hitoshi Omika) tanıyoruz. Odun kesiyor, civardaki restoran için ormandaki pınardan bidonlara su dolduruyor. Akşam yemeğinde buluştuğu komşularıyla bölgede kurulacak turistik tesis projesi için yapılacak sunumdan söz ediyorlar.

Ertesi gün videolu sunum sırasında İngilizce ‘glamorous camping’ ifadesinin kısaltması olarak adlandırılan ‘glamping’in büyük şehirden gelenlerin doğa özlemini giderecek bir tatil alternatifi olduğunu anlıyoruz. Yatırımcıya hizmet veren danışmanlık şirketi adına çalışan Takahashi (Ryuji Kosaka) ve Mayuzumi (Ayaka Shibutani), sunumun hemen ardından başlayan soru – yanıt bölümünde bölge sakinlerinin, beklediklerinden çok farklı bir profile sahip olduklarını görüyorlar. Karşılarında, doğa tatili fikrine dayanan ‘glamping’ turizmini iş bulma ve para kazanma fırsatı olarak değerlendiren taşralılar görmeyi beklerken, yaşadıkları bölgeyi çok seven ve korumak isteyen insanlarla yüzleşiyorlar. Takumi ve bölge sakinleri projenin açıklarını, tutarsızlıklarını hemen yakalıyorlar. Üstelik sunumu yapanların sadece aracı olduklarını, oraya gelmeye gerek görmeyen yatırımcının tek hedefinin devletten aldığı sübvansiyonları kaçırmamak için projeye hemen başlamak istediğini anlıyorlar.

Sonraki sahnelerde sunumu yapan iki şirket çalışanı Takahashi ve Mayuzumi’yi, temsil ettikleri kurumsal kimliğin dışında hayatlarına yön vermeye çalışan iki insan olarak tanıyor; kendi aralarındaki konuşmalarda bölge sakinlerine hak verdiklerine şahit oluyoruz. Ama çalıştıkları aracı kurumun patronu ve yatırımcıyla yaptıkları toplantıda dertlerini anlatamıyorlar. Yatırımcı, bölge sakinlerini üç beş kuruş fazla para kazanma peşindeki uyanık taşralılar olarak görmekten vazgeçmiyor, onları dinlemiyor. Mizubiki halkının önde gelenlerinden biri olan Takumi’yi bir şişe içki ve maaşlı iş teklifiyle kandırabileceklerini sanıyor. Emir kulu olan Takahashi ve Mayuzumi, Takumi’yi kandırıp kendi taraflarına çekmek için Mizubiki’ye dönüyor ama bir süre sonra olaylar beklenmedik şekilde gelişiyor.

‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’, şirket ile bölge sakinleri arasındaki çatışmayı kurmada; her iki tarafı yaklaşımları ve beklentileriyle karşı karşıya getirmede çok başarılı… ‘Şirket’ ile ‘bölge’ arasında kalan iki karakter de hikâyeye çok iyi yerleştiriliyor. Bir yanda, ‘doğa dostu’ görünümlü olsa da bölgenin ekolojik dengesini bozmaya aday turizm projesi; diğer yanda yaşam biçimlerini sürdürmek, çevrelerindeki doğal hayatla uyum içinde yaşamak isteyen insanlar duruyor. Bölgedeki temiz su kaynakları, geyiklerin yaşam alanları ve insanların yaşam tarzları, şirketin yüksek kâr etme mantığıyla karşı karşıya geliyor. Hamaguchi’nin filminde ‘güleryüzlü ve doğa dostu görünen kapitalizm’, çevrenin en büyük düşmanı olarak çiziliyor. Her iki tarafı tanıdıkça uzlaşmalarının imkânsız olduğunu fark ediyor, olayların nereye varacağını kestirmeye çalışıyoruz. Ama film farklı bir yoldan ilerliyor.

Ryusuke Hamaguchi şirketle bölge halkı arasındaki çatışmayı ortaya koyduktan sonra gelecekte neler olabileceği sorusunu boş verip aniden gelişen başka bir olaya odaklanıyor. Biz bu olayın, işini bırakıp hayatına yeni bir yön vermek, ruhundaki boşluğu doğayla doldurmak isteyen beyaz yakalı Takahashi ile doğa insanı Takumi arasındaki dostluğa vesile olabileceğini düşünüyoruz önce; ama Hamaguchi, bizi şok bir finalle baş başa bırakıp filmi bitiriyor. Dikkatimizi filmin başından beri varlıklarını hissettiğimiz geyikler ile uzaklardan gelen silah seslerini duyduğumuz avcılara çeken hayli trajik ve karanlık bir final bu… Ayrıca bu sahnede olup bitenler üzerinden de filmin başlığını düşünmemizi istediği belli. Hıristiyan filozof ve teolog Aziz Augustinus’un (MS 354-430) fikirlerini tartışmaya açmaya çalışan başlığın aksine, finaldeki trajediye neden olan kötülük, son derece somut ve tanıdık. Varlığını inkâr etmek, olanaksız…

Final, ‘glamping’ projesinde kimin dediği olursa olsun, doğanın dengesinin çoktan bozulduğunu hissettiriyor. Hamaguchi’nin vurguladığı bir başka mesele, doğanın dilinden, yani bize söylediklerinden habersiz olmamız… Takahashi, bölgede geçirdiği kısa sürede Takumi’ye hayranlık duyan, onun gibi yaşamak istediğini düşünen biri. Gelecekte ‘glamping’ tatili için şehirden gelenlerin mantığının da Takahashi’den çok farklı olmayacağı belli… Şehirden gelenler, geçici süreliğine doğanın parçası olduklarını düşünecekler. Ne var ki, yönetmen Hamaguchi’ye göre ‘glamping’ baştan sona bir yanılsama... Film, doğada yaşamak ya da onun parçası olmak için önce bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğine inanıyor. Ama Takumi ve diğer bölge insanları gibi değilseniz, yani vahşi hayatın değerini bilmiyorsanız her koşulda umutsuz bir çaba bu…

Tüm bu fikirlere açıkçası hiçbir itirazım yok. Kalpten kabul ediyorum. Hamaguchi’nin finali neden o kadar trajik bir noktaya taşıdığını da anlayabiliyorum. Hepimizi uyarmak istiyor ve dünyanın geleceğini çok aydınlık görmüyor. Ne var ki, karamsar finallerle hiçbir sorunum olmamasına karşın son sahneleri sevdiğimi, beğendiğimi söylemem imkânsız. Çünkü bana sorarsanız, ‘çok trajik, çarpıcı ve şok edici görünsün’ diye yazılmış zorlama bir final var karşımızda. Hamaguchi’nin amacının, zihinde beliren sorular ve seyircinin vereceği yanıtlarla filmi açık bir finalle bitirmek olduğunun farkındayım. Ama finaldeki belirsizlik, ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi oldu?’ huzursuzluğu ve kafamızı karıştırmanın dışında çok anlamlı gelmiyor bana.

Bazı sahnelerde seyircinin görmek istediklerini göstermemek, duymak istediklerine yer vermemek ve bazı alışkanlıklara meydan okumak, 1960’lardan bu yana modern sinemanın özellikleri arasında yer alıyor. Ama Hamaguchi’nin finalde yaptığı ‘eksiltmeler’ bana çok işlevsel gelmiyor. Final sahnesinde Takumi’nin neyi niçin yaptığını anlamak mümkün. Takumi’nin önceki sahnelerde ‘Geyikler ne zaman tehlikeli olur?’ sorusuna verdiği yanıt davranışlarını gayet iyi açıklıyor. Ama bir noktadan sonra şimdi adını vermek istemediğim kişiyi sadece engellemek ve susturmak yerine neden aşırı şiddet kullandığını kestirmek kolay değil. Çünkü film dramatik açıdan bizi o sahneye hazırlamıyor. Özetle sorunum, karamsarlık ve belirsizlikle değil, hikâyenin o noktaya getirilmesiyle ilgili…

Açılış sahnesinde uzayıp giden çekimlerin mantığını anlamak mümkün. Hamaguchi, başını gökyüzüne çeviren ve ağaçların dallarına bakan Hana’nın; gündelik işleriyle uğraşan Takumi’nin bölgedeki hayatının ritmini yakalamak istiyor. Eiko Ishibashi’nin müziklerinden de destek alıyor. Hana belli ki doğa hayranı bir çocuk. Enstrümanları çalmakta kullanılan hayvan tüyleri arıyor, doğayı tek başına keşfetmeyi seviyor. Belki kaybettiği annesinin yerini tutacak büyük bir güç arıyor doğada. Ama bu duygunun bize hakkıyla geçtiğini söylemek zor. Tek bildiğimiz, okul bittiğinde babasını beklemeden yalnız başına doğanın içinde dolaşması… Takumi’nin açılış bölümünde dakikalarca odun kestiği sahnenin neden o kadar uzun tutulduğunu anlamak zor değil. Hamaguchi, karakterin gündelik hayatını gösteriyor. Sinemada ağır tempoya, durgunluğa ve uzun sabit çekimlere karşı değilim. Ama tüm bunlar sahnenin anlamına pek bir şey katmıyorsa, tam tersine seyircinin zihinsel olarak filmden kopup gitmesine vesile oluyorsa çok işlevsel gelmiyor bana.

‘Drive My Car’dan sonra Hamaguchi’nin yeni filminden beklentilerim elbette çok yüksekti. İlk sahnelerin gereksiz yavaşlığından sıyrılan ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’ özellikle glamping sunumu sekansında ortaya çıkan dramatik çatışmayla giderek daha ilgi çekici bir film haline geldi. Finale kadar tansiyonunu hiç düşürmedi ama son tahlilde etkilendiğim bir film olduğunu söyleyemem.

Öte yandan, kazandığı önemli ödüller bir yana özellikle yurt dışındaki eleştirmenlerden yüksek notlar aldığını söylemem gerek. Son karar sizin…

6.5/10

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp