Top
Ali Esad Göksel

Ali Esad Göksel

aliesadgoksel@htgazete.com.tr

22/06/2019

Antakya'nın fendi Nusret'i yendi

 

     Heves ettiğim bir yer...

     Hani bazen olur ya...

     Niyet edersiniz.

     Plan, program hazırlarsınız.

 

     İyi ve rahat bir zaman bulayım.

     Doya doya tadını çıkarayım diyerek.

     Köşe bucak her yere bakayım…

     Huzur içinde dolanayım istersiniz

 

     Bitmesin diye heves edersiniz.

     İşte benimkisi de o hesap.

     Sayısız erteleme ardından varıyorum…

     Nihayetinde yeniden Antakya’dayım.

 

     Burada iki merakım da doruklarında.

     Arkeoloji, Mutfak ve Antakya.

     Tam bir üçgen. İçine mi düştünüz?

 

     Hele gönlünüzce eğlenin.

     Kurtulması kabil değil.

     Fasıl fasıl önünüzde açılıyor.

     Sonu? Yok galiba...

 

     Dip notları uzamada…

     Sayfalarca ek çıkmakta...

 Samandağ Belediye Başkanı Refik Eryılmaz ve Mehmet Sözbilir'le birlikteyiz...

 

     UZUNÇARŞI JEOPOLİTİK Mİ

 

      Londra’da yaşayan bir arkadaşım var.

      Mehmet Sözbilir. Türk Halısı’nın profesörü…

      Kendisi ”şoven bir Antakyalı…”

      Önümüze düşüyor. Antakya’ya gideceğiz.

      Ve Antakyaspor’u izleyeceğiz?

 

      Ve de beni ikna etmek üzere: Yemek yenilecek.

      Şudur, budur. Tamam demiş bulunmuşum.

      Şehir stadının önündeyiz. Maç yeni başlamış.

 

      Ve bingo. Kapıdaki polis bizi içeri almıyor.

      Sarılıp memuru öpmek istiyorum. Ama hele dur!

      Bizimkiler aynı fikirde değil. İtirazın bini bir para.

 

      Neden girilemezmiş : ”Tiyatro mu burası?”

      Ve maalesef amir bizi içeri alıyor.

      Son olarak Metin Oktay’ın jübilesini izlemiş ben…

      Kıvranmaktayım: Staddan nasıl toz olunur?

 

      Arızayım ya… Sessizce yok oluyorum.

      Oldum olası kalabalığa gelemem.

      Üstelik bu defa haklıyım.

      Yalnız kalmak istiyorum.

 

Samandağ

 

      Antakya Sokakları’nda avare haldeyim.

      Allahım, sen bize kerem edesin!

      Ne diye bulunduğumuz yeri çirkinleştirmeyi münasip gördün?

      Antakya’da son kırk yıl içinde yapılmış bir adet güzel bina yok.

 

      Haydi bırakın güzeli? Zararsız olsun.

      Ne gezer? Yüzde yüzü zararlı.

      Etrafına, kendine ve gözümüze zararlı.

      Üstüne üstlük, en az elli altmış yıl duracak.

 

      Be hey insafsızlar günah değil mi?

      Nasıl rahat uyursunuz, meraktayım.

      Bu işi “fıtrat” sanmayasınız. Sakın ha…

      Torunlarınız sizlerden hesap soracak, bilesiniz...

 

      Kendimi Uzunçarşı’ya atıyorum.

      Burası o heves ettiğim fiyakalı tabirle diyeyim:

      Jeopolitik açıdan önemli. Bakın çok ciddiyim.

 

      Bir, içeride iken şehri unutuyor, çirkinlikleri görmüyorsunuz.

      İki, içerisi renkli, gürültülü, kanlı canlı ve rüküş.

      Ama o kadar talibi çok, o denli kalabalık ki...

 

      Bir süre sonra afyon yutmuş misali otomatiktesiniz.

      Yürüyenlere kapılıp kah o tarafa kah bu tarafa savruluyorsunuz.

      Az sıkılarak itiraf edeyim.    

      İşsiz güçsüzler için şahane bir deneyim.

 

Eski Antakya

 

      Hayatımda yapmayı düşünmeyeceğim şeyleri yapıyorum.

      On metre ileri gittikten sonra, beş metre geri gidiyorum.

      Sağa sapıyor, büyük bir tur atıp aynı yere dönüyorum.

      Her türlü yiyecek maddesini deniyorum.

 

      Ya da öyle sandıklarımı.

      Tezgahın başındaki amca uyarıyor.

      ”O yediğin kuşlar için!”

 

      Ne yapalım. Hayat böyle.

      Eğlenceli ve de acımasız:

      Hem sabırsız, hem de meraklı iseniz.

      Her şeyi öğrenmenin bir bedeli var...

 

      Nihayet öğle yemeği zamanı .

      PÖÇ kasabına dalıyorum.

      En öndeki masaya yerleşiyorum.

      Vantilatörler orada da..

 

      Rahmetli anneannem görmesin.

      Hem cereyanın ortasındayım.

      Hem de üç pervane çalışıyor.

      Ustaya soruyorum. Neler var?

 

      Tepsi kebabı var. Sade.

      Domates ve acılı. Ve ıvır zıvır.

      Bana tepeden tırnağa bakıyor.

      Gözleri ile tartmış olmalı.

 

      Belli ki beğenmemiş.

      Hepsini getir dediğimde şaşırıyor.

      Yiyemezsin ki diye söylenerek gidiyor.

      Burası aslında bir kasap.

 

      Tuz serpmeyi bilemeyen taifeden…

      Mevzu hayvanın kuyruksokumu üstü ve çevresi…

      Satırkıyması çekiyor karıp tepsiye yayıyorlar.

      Sonra? Fırın tam karşıda...

 

      Ya şalgam suyu alıyorsunuz…

      Ya da ayranınızı içerek oyalanacaksınız.

      On dakika. Ve buyurunuz: Silip süpürüyorum.

      Usta şaşkın.Kendi aralarında mırıldanıyorlar.

 

      Sanırım apoletlerime yıldız takmadalar…

      “Sana künefeciyi tarif edeyim” diye bir kroki çiziyor.

      Dükkanın sahibi az dolaşarak git demede…

      Bu kadar yemeğin üstüne hemen yiyemezsin deyince, usta atılıyor.

 

      ”Yer yer, ben gördüm, maaşallahı var“ diye...

      Gördünüz mü Uzunçarşı’da şöhret oldum:

       ”Üç tepsi kebabını tek başına götüren muhterem!”

       İşte o benim…

 St. Peter Kilisesi

 

       ÇINARALTI’NDA SELA

 

       Koşar adım yola düşüyorum.

       Çınaraltı ölçülü bir çarşı içi meydanı.

       Meydana açılan yollar

       Hem kesişiyor hem de dağılıyorlar…

 

       Küçük, eski ve biçimli bir cami.

       Muhtemelen yüz yaşında irice bir çınar.

       Künefeci Yunus Usta var ya…

       Allah ömür versin…

 

       Meydanın “korunması gereken kültür varlığı”

       Konuşuyoruz. O denli mütevazı ki.

       Ancak büyük ustalarda rastlayabileceğiniz olmuşluk.

       Anlatıyor. Hangi malzemeyi nereden alıyor, nasıl yapıyor...

 

       Dura dura yemedeyim. Korkuyorum. Bitecek diye.

       Bugüne kadar fikren kendime yakın hissedememişim…

       Ne gam? “Şerbetli reçeteyi” tabağından sıyırıyorum.

       Hiçbir şey kalmasın diye!

 

       Kendinden,yaptığından emin, beni izliyor.

       Oturup okkalı bir kahve içiyoruz.

       Kahve onun ikramı. Vedalaşıyoruz.

       Ama meydanı terkedemiyorum.

 

       Caminin yanıbaşında eski bir banka ilişiyorum.

       Kimbilir burası ne hayatlar gördü?

       Etrafıma bakınarak düşünüyorum.

       Oradan oraya atlıyarak…

 

       İçim geçiveriyor.

       Yüksek hacimli bir sela ile uyanıyorum:

       “Eski ve baştan çıkarıcı Antakya” için mi?

 

 

***

 

Hammuş’tan Ayyuş’a

 

Künefe yanaklım, humus dudaklımSeni bi özleyik, bi özleyiğim!!!

İnan zeytin gözlüm hep sende aklım Seni bi özleyik, bi özleyiğim!!!

Çiğ köfte yaptığın pamuk elinle, Kömbeyi andıran tatlı dilinle Mumbar parmağınla, yufka teninle, Seni bi özleyik, bi özleyiğim!!!

Ayyuş’um Şam oruğum, züngülüm Seni ancak benden ayırır ölüm Biberli ekmeğe döndü her günüm Seni bi özleyik, bi özleyiğim!!!

 

Ayyuş’un Hammuş’a Cevabı

Naneli oruğum, cevizli ketem,Zahter olayım da yolunda bitem Peynir gibi sünüp ben sana yetem...Hammuş’um kaymaklı künefem benim

Darabalı köfte yaptım yiyen yok!.. Sırma aba diktim keni giyen yokŞu Zennuşu’un hali n’oluk diyen yok! Hammuş’um, Şalvarlım, poşilim benim

Bayram semirseğim, kaytaz böreğimTez gel, davul-zurna koyser döneyim Sinsinim düşmeden seni göreyimCepkenlim, ediklim, Hammuş’um benim

Artık sensiz boraniyi içemem Dünyadan geçerim senden geçememSen gelmeden yaylalara göçememAdesiyem, kumbursiyem, kimyonlum

Elin olam yoğurtlu aş yaparkenEkşi aşa nar ekşisi katarkenBaş altına yastık olam yatarkenIzgara oruğum, kabak bastırmam

  

 

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları