Top
08/01/2024

ABD hegemonyası ve bilim

Soğuk Savaş döneminden sonra ABD'nin tek hegemonik güç olduğuna dair bir kanaat dünyaya yerleşmiş, bu kanaat de "Tarihin Sonu" gibi tezlerle yerleştirilmişti. Bu teze göre dünya artık tek kutuplu ve tek egemen gücün ABD olduğu bir dünyaydı ve uzun süre de böyle kalacaktı.

Pek çok boyutuyla, kavramıyla, yöntemiyle sosyal bilimlerin pek çok disiplini de bu hegemonyanın yeniden üretilmesi için seferber ediliyordu. Zaten 200 yıllık Batı hâkimiyetinin ve Batı kolonyalizminin kültürel hegemonyasının etkisiyle kurulmuş ve Soğuk Savaş döneminde de daha da geliştirilmiş pek çok disiplin de (bazı Ortodoks Marksist ve milliyetçi ekoller hariç) Batı hegemonyasının başka bir alt versiyonu olan ABD hegemonyasına rıza göstermeye dünden razı hâldeydi.

Mesela bu dönemde oluşturulmuş Uluslararası İlişkiler literatürü bu hegemonyaya argüman üretme merkezi olarak tüm dünyaya hâkim oluyordu. ABD hegemonyasının ve bu hegemonyaya rıza göstermenin sorgulanamazlığından, Türkiye özelinde de birçok akademisyenin eliyle üretilmiş Avrupa Birliği'ne girmenin bir ölüm kalım meselesi olduğuna kadar birçok tezle bir zihinsel vesayet kuruluyordu.

Yine bu hegemonyanın ilanı kendisini diğer disiplinlerin literatüründe de gösteriyor, iktisatta neoliberal iktisatın prensipleri ekonominin evrensel, bilimsel prensipleri olarak dikte ediliyor; ulus-devletler küreselleşmiş kapitalizmin çıkarları doğrultusunda baskılanıyordu.

Benzeri bir durum siyaset bilimi ve sosyoloji için de geçerliydi. Soğuk Savaş sonrasında neoliberal küreselciliğin çıkarlarına uygun bir şekilde birdenbire post-yapısalcı fikirler tedavüle sokularak ulus-devletler hedef alınmaya başlanıyor; ulus-devletlerin ve milliyetçiliklerin tahakkümün ve şiddetin kaynağı olarak ne kadar çağdışı kaldığı, etnik grupların haklarının ne kadar yendiği ve sınırların artık ortadan kalkması gerektiğine dair on binlerce tez ve makale üretiliyordu.

Önce 2008 kriziyle birlikte neoliberalizm tam da iki merkezinden biri olan ABD'de çöküşe uğradı; sosyal devletin ve ulus-devlet müdahalesinin önemi bir kez daha anlaşıldı. "Tarihin Sonu" kitapları bizzat kendi yazarları tarafından "çöp" ilan edildi. Sonra hem Avrasya'da hem Ortadoğu'da hem Pasifik'te hem de Latin Amerika ve Afrika gibi bölgelerde özelde ABD'nin genelde de Batı'nın gücü ve etkisinin ciddi şekilde sınırlı olduğu görülmeye başladı. Aynı zamanlarda neoliberalizmin diğer merkezi olan İngiltere de neoliberal küreselciliğin ulus-devletlere tek yol olarak dayattığı ulus-ötesi yapılanma olan Avrupa Birliği'nden çıkış kararı aldı.

Bütün bunlara Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve ABD'nin bir uydu-müttefik olarak gördüğü Türkiye'nin de ABD hegemonyasına hem bölgesel hem de küresel düzeyde açıkça meydan okuması ekleniyordu.

Peki, tüm Amerikan hegemonyası bir anlamda geriye çekilmek ve eski etkisini kaybetmek durumunda kalırken mesela Türkiye'deki akademya bu ABD vesayetinden ne ölçüde kurtulabildi?

Geçtiğimiz günlerde Türk haber kanallarının birinde "ben Filistin ve İsrail arasında tarafsızım, ben bilim insanıyım" diyen Uluslararası İlişkiler profesörünü gördüğümde ve pek çok platformda hâlâ eski Soğuk Savaş sonrası ABD hegemonyasının, Avrupa Birliği'ni hâlâ "medeniyet güzergâhı" zanneden eskimiş kavramlarıyla konuşan Uluslararası İlişkiler akademisyenlerine rastlayınca bu soru kafamda tekrar canlandı. Yine hâlâ o bayat neoliberal iktisatın parametrelerini ekonomi biliminin hakikatleri zanneden sosyal medya ekonomistlerinin tweetleri yayılırken de bu soruyu tekrar tekrar sormak gerekiyor.

Neyse ki Türkiye'de siyaset bilimi ve sosyolojide bu vesayetin biraz olsun kırılabildiği, Batı hegemonyasının aparatı olan PKK'yı ve etnikçiliği haklı görüp argüman üretmeye çalışanlarının sayısının giderek azaldığını görmek de bir anlamda önem arz ediyor.

Her metnin olduğu gibi bilim dediğimiz alanın da Mannheim'den bildiğimiz üzere tarafsız değil ideolojik olduğu; güç ilişkilerine ve mücadelelerine tabi olduğunu akıldan hiçbir zaman çıkarmamak gerekiyor.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp