İktidar partisinin kendine kazandırma çabasıyla hazırladığı düzenlemeleri görüşmeyi sürdüren TBMM, yaklaşan dinlence dönemini cumhurbaşkanı seçimiyle geçirecektir. Adaylık çalışmaları, görüşmeleri ve tartışmaları yansıttığı tablo, demokratik geleneklerin gözardı edildiğini, devletin başı olarak Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Ulusu'nun birliğini temsil edecek kişinin seçiminde siyasal eğilimlerle partizanlığın ağır bastığını göstermektedir.
Eleştiriler, tanıtımlar, kanıtlar, yapıtlar, söylemler, çalışmalar, ilişkiler, bağlar ve bağlantılar birbirine karıştırılmakta, nitelik ve yeterlikten çok kişilik üzerinde durularak saplantılarla değerlendirme yapılmaktadır. Halkın çektikleri gözardı edilmekte, enflâsyon, işsizlik rakamlarının inandırıcılığının kalmadığı ortamda borçlar, açıklar, yargı bağımsızlığı ve üniversite özerkliği büsbütün geriye itilmekte, unutulmakta, unutturulmaktadır. “Ramazan fırsatçılığı” çirkin bir inanç sömürüsünün dışavurumudur. Piyasa koşullarının acımasızlığı, yasama organı üyelerine ve emekli sayılan önceki üyelere tanınan haklar ve olanaklar karşısında yurttaşların sırtına katlanılması güç bir ağırlık olarak yüklenmektedir.
Günümüz Başbakanı “Ergenekon'un savcısıyım” diye destek verdiği yargılamanın sorumluluğunu şimdi cemaate ve yargıya yıkmakta, yargıçları suçlamaktadır. Yardımcısı B. Arınç'la birlikte, salıvermeleri 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğiyle kendilerinin getirdiğini savunarak “halkoylamasında karşı oy kullanıp eleştirenlerin şimdi değişikliği alkışladığını” söylemektedirler. O zaman eleştirilen “bireysel başvuru” değil, Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapılanması idi. Kaldı ki bireysel başvuruyu da
AİHM'ye başvuru geciksin, tazminat ödemeleri azalsın, içerdekiler daha çok yatsın diye gündeme getirdiler. Bugünkü sonuçları kestirselerdi onu da getirmezlerdi. 2010 Anayasa değişikliği şimdi de eleştirilmektedir.
İktidar kesimi, hukukta ve inançta topluma olan sorumluluğun kişisel yeğlemelerden önce geldiğini unutmaktadır. Özgürlüklerin toplumsal gereklerle geçici sınırlanması da adaletle olur. Kişisel dürtüler ve güdülerle, partizanlık ve siyasal tutkularla adaletle oynamak, adaleti etkilemek, önlemek, engellemek, geçersiz ve sonuçsuz bırakmak en büyük insanlık suçlarından biridir.
Montesquieu'nun (1689-1755) şu sözü özellikle devlet temsilcilerinin ve yöneticilerinin başlıca ilkesi olmalıdır: “Erdem, toplum çıkarlarını kişisel çıkarın üstünde tutmaktır.” Toplum çıkarlarının en etkin güvencesi adalettir. İnsanı insan yapan niteliklerin başında hak, onur, kişilik saygısıyla adalete, hukuka bağlılık gelir.
Demokrasiyi laçkalık, gelişigüzellik, başına buyrukluk, başıbozukluk düzeni durumuna getirmek; anlayış, hoşgörü, barış, özgürlük ve dayanışma ortamı olmaktan çıkarıp siyasal kavgaların alanı durumuna düşürmek, bağışlanmaz bir kötülüktür. Kendilerine göre demokrasi tanımı yapan ve uygulayan günümüz iktidarının demokrasiyle, demokratlıkla hiç ilgisi olmayan tutumu her gün bir başka yakınmaya neden olmaktadır. Hukukla oynayarak, yasama çoğunluğuna ve Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürüyemeyeceğine güvenerek hukukdışı düzenlemelerle amaca ulaşma çabalarının zararını toplum çekmektedir. Çalışanı, emeklisi her yurttaş ağır yaşam koşulları altında ezilmekte, kimi işverenler çıkarlarını gözeterek “istikrar” aldatmacasına kapılarak iktidarı bile bile desteklemektedir.
“ IŞİD” kimlerin işidir? Irak, Suriye politikaları ne sonuç vermiştir? Eğitimdeki dinselleşme girişimlerinin ne yararı olmuştur? Toplumsal barış, ulusal dayanışma, güvenlik, sağlık, yargı sorunları için neler yapılmaktadır? Sürekli lâf lâf lâf… Her şeyi
Allah'a bağlayıp Allah' tan bekleyenlerin “ yazgı kurbanı” olmaktan kurtulmaları düşünülemez.