Top
15/01/2022

Demokratik Konsolidasyon

Demokrasinin ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Bir tarafta demokrasinin halkın iradesinin ve taleplerinin siyaseti belirlediği bir rejim olduğunu söyleyen sağ ve sol versiyonlarıyla halkçı siyaset bulunuyor. Diğer tarafta ise demokrasinin siyasi iktidarın hukuk, kurumlar ve diğer siyasi mekanizmalarla sınırlandırıldığı bir rejim olduğunu iddia eden liberal siyaset yer alıyor. Demokrasi üzerindeki tartışmaların hararetli geçmesinin temel nedeni demokratik siyasetin birbiriyle çelişen bu iki siyasi çizgiyi (halkçılık ve liberalizm) de kuşatıyor olması. İşte bu yüzden siyaset kuramcıları "modern" demokratik rejimin derin iç çelişkilere sahip ve periyodik olarak ağırlığın bir kutuptan diğer kutba kaydığı ve dolayısıyla gelgitler yaşanan bir rejim olduğunu kabul etmektedirler. Gerçekten de demokrasi bir yandan iktidarı halka verirken (milli egemenlik ilkesi) diğer yandan da halkın iradesine dayanan siyasi iktidarın sınırlandırılmasını (anayasal hukuk devleti ilkesi) öngörür.

Demokratik bir ülkenin siyasetinin rasyonel ve objektif analizi, bu iki kutbun varlığının ve dönemsel ağırlık kazanmalarının mümkün olduğunu kabul etmek zorundadır. İki kutuptan birini yok saymak yanlı ve yanlış analizlere yol açacaktır. Mesela Türkiye'de liberal yazarlar ülke siyasetinin yaklaşık son 10 yılını rekabetçi otoriterlik, demokratik gerileme ve anayasal/kurumsal çürüme gibi kavramlarla analiz etmektedirler. Bu yazarları hataya sürükleyen demokratik rejimin halkçı kutbunu göz ardı etmeleridir. Halkçılığın yükselmesini ve siyasi iktidarın güçlenmesini demokratik rejimin çökmeye yüz tutmasının emareleri olarak sunmak demokrasi literatürü açısından bir hatadır. Bu hatayı daha da katmerleştiren, halkçı kutbun ağırlık kazanmasının "popülizmin yükselişi" olarak takdim edilip demokratik rejimin sınırlarının dışına çıkıldığının ileri sürülmesidir. Halkçılığın ağır basması liberal siyaset açısından bir sorun olabilir ancak demokratik siyaset açısından bir sorun değildir. Tekrarlamak gerekirse, halkçılık demokrasiye içkindir ve iki kutbundan birini oluşturmaktadır.

Liberal yazarların ülke demokrasisinin gidişatı konusunda hatalı bir analiz ortaya koyduğu ortadadır. Peki, Türkiye siyasetinin halini demokrasi kantarına vurduğumuzda nasıl bir manzara ile karşılaşırız? Kısa ve genel bir tarihi analize girişecek olursak, Türkiye siyaseti modern dönemin öncesinde (19. Yüzyıl öncesi) de demokratik siyasetin belli başlı niteliklerine sahipti. Siyasal sistemin merkezinde yer alan padişahın iktidarı, şeriat ve örfi hukukla anayasal olarak sınırlandırılmaktaydı. Merkezde veziriazam, şeyhülislam ve yeniçeriler ve çevrede ayanlar ve yerel seçkinlerin varlığıyla da siyasal olarak sınırlandırılıyordu. Merkezdeki ve yereldeki danışma meclisleriyle ise kurumsal olarak sınırlandırılmaktaydı. Seçimle oluşan bu danışma meclisleri (özellikle de yereldekiler) aynı zamanda halkın iradesinin ve taleplerinin ülke yönetimine yansımasına olanak sunuyordu. 19. yüzyıldaki modernleşme hareketiyle başlayan süreç bu tarihi tecrübenin birikimi üzerinde gelişerek ülkeyi demokratik rejime daha da yaklaştırdı.

Birinci Meşrutiyet dönemi (1876-1908) siyasi düzene yazılı bir anayasa ve parlamento ekleyerek padişahın iktidarının daha da sınırlandırılmasını getirdi. Böylece, 1830-40'lardan itibaren merkezde ve yerelde düşüşe geçen geleneksel siyasi aktörlerin yerini alan modern bürokrasiyle beraber bu yeni kurumlar iktidarı sınırlandırma işlevini üstlendi. Aynı zamanda, Sultan Abdülhamid'in uluslararası aktörlerin de etkisiyle imparatorluğu sarsan etnik-dini ayaklanmaların baskısını kırmak ve Müslüman toplumu merkezdeki bürokratik rakiplerine karşı kendi tarafına çekmek için halkçı bir siyaset gütmesinin de demokratik gelişime katkısı göz ardı edilmemelidir. Sultan'ın rakiplerinin de halkı yanına çekmeye çalıştığı (egemenliğin sultana değil, halka ait olduğunu ısrarla vurgulamaları) ve bunun da halkçı siyasetin güç kazanmasına katkı sunduğunu belirtmek gerekir.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp