Top
16/09/2014

Adalet algısı

Muhafazakârlık dinin günlük yaşam üzerindeki etkisi, ailenin belirleyiciliği, ebeveyn –çocuk ilişkileri, otoriteye itaat gibi değerler üzerinden tanımlanır. Dünya değerler araştırmasına göre Türkiye, ABD, Zambiya, İrlanda, Brezilya ve Şili gibi ilk bakışta farklı gibi görünen ülkeler muhafazakârlık açısından benzer bir düzlemde yer alırlar.

Aralarındaki fark kişi başına gelir ve gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı bir demokratik olgunluk farkıdır. Örneğin, Türkiye ve ABD arasında muhafazakârlık, farklılıklara saygı ve çeşitliliğe hoşgörü ile yaklaşmak konusunda ayrışır. Buna bireylerin kendilerini rahatça ifade edebilir olmasıyla erişilen toplumsal iç huzuru da diyebiliriz.

Çeşitliliği zenginlik sayabilecek bir seviyeye gelmek için temeli sağlam atmak gerekir. Ülkedeki bireyler ekonomik ve sosyal olarak kendi günlük yaşamlarını güvencede hissetmelidirler. Bu güvence sürdürülebilir bir yaşamın bazıdır. Büyük ideolojiler bir yana, hayatınızın doğal akışı veya yaşam pratikleriniz konusunda en ufak bir tehdit hissetmemelisinizdir. Temel budur.
Türkiye işte henüz bu aşamada. Farklılıkları ne olursa olsun, hangi alanda olursa olsun bireylerin gündelik hayatlarını tam olarak güvende hissetmelerini sağlayabilmek aşamasında... Bunu hallettiğinde ileri bir toplum olmanın temelini tamamlamış olacak.

Gündelik hayatınızla ilgili endişeler aslında adalet algınız ve otoriteyle ilişkileriniz üzerinden şekillenir. Otorite karşısında daima güçsüz olan birey, adaletin de aslında otoritenin bir parçası olduğunu düşünürse kendi hayatını tedirgin bir şekilde yaşar. Elle tutulur, gözle görülür olmayan bir tedirginlik...

Ipsos Sosyal Araştırmalar Enstitüsü her yılbaşı bir Beklentiler Araştırması ile yeni yıla girerken toplumsal ruh halimizi değerlendirir. 2013 ve 2014 araştırmalarında adaletle ilgili iyimser olanların oranı yüzde 45’di. Kadınlar (yüzde 39) ve gençler (yüzde31) ortalamanın ciddi olarak altında kalan bir iyimserliğe sahipti.

Adalete güvenimiz düşük ve yükselmiyor da.

Güvensizliğin oluşumunda Cumhuriyet tarihimiz boyunca yürütülen siyasi davaların izlediği seyrin çok önemli olduğunu düşünüyorum. İz bırakan davaları bir hatırlayın. Hepsinin ortak bir özelliği vardır. Yargılamalar gerçekleştikleri sıralarda kamuoyunun çoğunluğu tarafından desteklenirler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ise aynı kamuoyu neredeyse oybirliği ile davaları mahkûm eder.

Birbiri ile çelişen her iki tutum da dönem otoritelerinin tercihlerini yansıtır aslında. Hangi tutumun gerçekte yanlış olduğunun bir anlamı yoktur. Sürekli çelişki hali toplumsal hafızaya işler, adalet duygusunu içten içe yıpratır.

İstiklal Mahkemeleri artık kimse tarafından adil yargılama yerleri olarak kabul edilmiyor. 1950’lerde iktidar komünist avına çıkar, dönem medyasının güçlü desteği ile yaygın tevkifatlar yapılırdı. Bugün o yargılamaların dayandığı bir ceza maddesi bile yok. Yassıada davaları siyasi otoritenin doğrudan etkisi, medyanın ve halkın desteği ile bir kampanya halinde yürütülürdü. Şimdi Yassıada’nın adil olduğuna kimseyi inandıramazsınız. Etrafınıza baksanız sanki herkes Deniz -Yusuf-Hüseyin hayranıdır. Hukukçular idam edilmelerinin ne kadar adaletsiz olduğu noktasında birleşirler. 12 Mart günlerinde ise durum tam aksidir, çoğunluk linç kampanyasının bir parçasıdır.

Artık herkes 12 Eylül darbecilerinin cezalandırılmasından söz ediyor. Destekleyen kimse kalmadı muhtemelen. Ülkenin demokrasiye bağlılığına hayran kalabilirsiniz. Ama 12 Eylül Darbesi ve onun davaları, yaşandığı dönemde büyük bir halk desteği alır. Anayasası gelmiş geçmiş en yüksek oyla kabul edilen anayasadır.

Daha yakın dönemlerdeki Ergenekon ve Balyoz adları ile anılan davaların başladığı ve geldiği nokta arasındaki çelişki öncekilerden çok daha hızlı ortaya çıkar.

Bunlara toplumsal ikiyüzlülük demek kolaya kaçmak olur. Kültürümüzün tipik özelliklerinden olan otoriteye bağlılık (veya saygı) daha doğru bir açıklamadır. Sonuçta adalet bireylerin kendi hayatlarını güvende hissetmelerini sağlayan bir mekanizma değil de, otoritenin bir uzantısı olarak algılanmaya başlanır.

Sosyal, dini, etnik, ekonomik, cinsel ve diğer bütün olası farklılıklarımızın başımıza bela olmayacağından emin olmamız toplumsal iç huzurumuzun ön koşuludur. Adalet algısının güçlenmesine işte bunun için çok ihtiyaç vardır. İddialı bir ülkenin yolu bu iç huzuru sağlamaktan geçer. Huzur adaletten.

Ama bütün büyük iddialar bir yana, gündelik hayatlarımızı güven altında hissetmek aslında bir varoluş hakkı değil midir?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp