Top
Therapiagroup

Therapiagroup

info@therapiagroup.com

13/09/2015

Alışkanlıklar

Alışkanlıklar zaman içinde tekrar edilerek öğrenilmiş ve neredeyse refleksif hale gelmiş davranışlardır. Düşünülmeden gerçekleştirilen ve bir kalıp haline gelen bu davranışlar kişi için sağlıklı veya sağlıksız olabilir. Alışkanlıklar, evden çıkarken kapıyı kilitlemek, her sabah büyük bir bardak su içmek, yatmadan önce kitap okumak gibi günlük yaşamın rahatlatıcı ve rutin birer parçası olur. Ancak tırnak yemek, dudak ısırmak, sigara içmek gibi kişiye zarar veren bir biçimde de ortaya çıkabilir.  Alışkanlıklar tekrara bağlı olarak nöral bağlantı yolları oluşturdukları için, oturmuş eski alışkanlıkları ortadan kaldırmak ve yeni alışkanlıklar geliştirmek zordur.

Alışkanlıklar nasıl gelişir?

Alışkanlıklar içinde bulunulan bağlamla ilintili olarak koşullu biçimde oluşurlar. Belirli bir durum ve koşulda sıklıkla tekrarlanan ve sonuç veren davranışların gelecekte de tekrarlanma olasılıkları yükselir. Örneğin, genellikle verdiği molalarda arkadaşları ile sohbet ederken sigara içen bir kişi için, sohbet etme durumu ve sigara içme isteği arasında bir bağlantı oluşacaktır. Yani bir alışkanlık döngüsünün oluşması için, bağlam, davranış ve ödül gereklidir. Bağlam alışkanlık örüntüsünü tetikler, davranış sergilenir ve ardından kişi için ödül (yatışma, haz vb) gelir. Bu tekrarlarla alışkanlık döngüsü yerleşir.

Birçok alışkanlık, belirsizlik yaratan ve anksiyete doğuran durumlar ile başa çıkmayı kolaylaştırır. Çocuklar genellikle reflekse dayalı alışkanlıklar geliştirirler. Örneğin emme refleksi ile bağlantılı olarak parmak emme gibi bir alışkanlık yerleşebilir. Daha sonra stres ve gerilim anlarında bu bilindik davranış tekrarlanır ve çocuğun kendisini yatıştırmasını sağlar. Bir alışkanlık ne kadar yatıştırıcı ve/veya haz uyandırıcı ise yerleşme olasılığı o kadar yüksektir.

 Zarar veren alışkanlıklar ve bağımlılıklar sıklıkla birbirine karışır. Peki, alışkanlık ve bağımlılık arasındaki fark nedir?

Bu iki kavram arasında karşılıklı bir ilişki vardır ancak her alışkanlık bağımlılık değildir. Alışkanlıklar davranışsal düzlemdedir. Kişi alışkın olduğu koşullar gerçekleşmediğinde bir miktar rahatsız ya da huzursuz hissedebilir. Ancak bağımlılıkların büyük oranda biyolojik bir bileşeni vardır. Bağımlılıklarda kişi nesneye ulaşamadığı ya da davranışı sergileyemediğinde yoksunluk belirtileri hisseder. Alışkanlığın bağımlılığa dönüşmesi, nesnenin bağımlılık yaratma potansiyeline, kişinin içinde bulunduğu ruhsal duruma ve koşullara bağlıdır.

Alışkanlıklar düşünülmeden ve planlanmadan sergilendikleri için günlük hayatta bunları fark etmek ve değiştirmek pek kolay olmaz. Zarar veren alışkanlıkların değişmesi için öncelikle bu alışkanlığın kişi için işlevine dair farkındalık gelişmelidir. Bu alışkanlıkların bir kısmı yatıştırma, bir kısmı günlük hayattan kopma ve izole olma işlevi görürken; bir kısmı da haz ve motivasyon sağlar. Bu işlev anlaşıldıktan sonra buna hizmet eden başka kaynaklar bulunmalı ve kontrollü bir biçimde tekrarlarla pekiştirilerek yer değiştirilmelidir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bu ve benzeri sorunların çözümünde farkındalık odaklı bilişsel davranışçı yöntemlerin etkinliğini ortaya koymaktadır.

References:

1. American Psychological Association. APA concise dictionary of psychology. Washington, DC: American Psychological Association, 2009. Print.

2. MIT explains why bad habits are hard to break (n.d.). PsychCentral.com. Retrieved from http://psychcentral.com/blog/archives/2005/10/20/mit-explains-why-bad-habits-are-hard-to-break/

 

 

Çift dil konuşan çocuklar

Günümüzde pek çok aile çocuklarının birden fazla dil konuşması için çaba harcıyor. Kimileri okul seçimini bunu düşünerek yapıyor, kimileri doğduğu andan itibaren farklı bir dil duyarak büyüsün diye yabancı bakıcı buluyor. Çocuklardan beklentilerin oldukça yükseldiği bugünlerde pek çok anne baba benzer kaygıları yaşıyor. Acaba çok küçük yaşlardan başlayarak çocuklara birkaç dil öğretmek gerekli mi, yoksa bu amaç uğruna onları zorluyor muyuz?

Kanada’da yapılan iki araştırmanın sonuçları, çift dil öğrenerek büyüyen çocukların öğrenme, akıl yürütme, kavrama, karşılaştırma gibi karmaşık bilişsel süreçleri içeren işler bellek sisteminin daha gelişmiş olduğunu gösteriyor (Morales, 2013).  Bir başka araştırmanın bulguları, iki ayrı dile maruz kalan çocukların daha fazla dikkat etmeyi öğrendiği, sosyal ipuçlarını tanımakta daha iyi olduğu ve problem çözme becerilerinin geliştiği yönünde (Lauchlan, 2012). Farklı dilleri öğrenirken yaşadıkları zorlukları çözerek aslında yaşamın diğer pek çok alanında işlerine yarayacak becerileri de kazanmış oluyorlar. Chicago Üniversitesi psikoloji bölümü, çocuklar iki dili birden konuşmasa bile, iki dil duyarak büyüyen çocukların çok daha iyi iletişim kurduğu sonucuna ulaşmış (Fan, 2015). Diğer bir deyişle, karşıdakinin bakış açısını anlama, daha iyi dinleme ve yorumlama becerilerinin gelişmiş olması, iki dillileri iletişim kurma konusunda çevrelerinde tek dil konuşulan çocuklardan daha iyi bir noktaya getiriyor.

Çift anadilli olmanın, zihinsel ve sosyal gelişim anlamında sağladığı avantajların yanında bazı olumsuz etkileri olduğu da tartışılıyor. Geç konuşma, iki dili birbirine karıştırma, okul hayatında zorluk yaşama bunlardan bazıları. İngiltere’den bir araştırma, 5 yaşın altında olup iki anadille yaşayan çocuklarda kekemelik görülme olasılığının daha fazla olduğu görüşünde (2008).

Çocukları birden fazla dille büyütmenin artıları ve eksileri var. Ebeveynlerin önceliklerini benimseyip, çocuklarına bu süreçte destek olmaları önemli.

*Julia Morales, Alejandra Calvo, Ellen Bialystok. Working memory development in monolingual and bilingual children. Journal of Experimental Child Psychology, 2013; 114 (2): 187.

**F. Lauchlan, M. Parisi, R. Fadda. Bilingualism in Sardinia and Scotland: Exploring the cognitive benefits of speaking a 'minority' language. International Journal of Bilingualism, 2012.

***S. P. Fan, Z. Liberman, B. Keysar, K. D. Kinzler. The Exposure Advantage: Early Exposure to a Multilingual Environment Promotes Effective Communication. Psychological Science, 2015.

****BMJ-British Medical Journal. (2008, September 10). Bilingual Children More Likely To Stutter. ScienceDaily.

 

Sıkıntının Felsefesi

Norveçli yazar Lars FR. H. SVENDSEN tarafından kaleme alınan Sıkıntının Felsefesi, günlük yaşamın önemli bir parçası olan sıkıntı olgusuna felsefi, psikolojik ve sosyolojik bir bakış açısı ile yaklaşıyor. Kitabının en başında: “Bu deneme kendimi aylaklığa adamaya karar vermiş olduğum bir zamanda kaleme alındı. Uzun bir araştırma projesini başarıyla tamamına erdirdikten sonra, niyetim gevşemek ve hiçbir şey yapmamaktı, ama bunun kesinlikle imkânsız olduğu ortaya çıktı. Görünüşe göre hiçbir şey yapmadan duracak halde değildim. Böylece, bir şey yapmak zorunda olduğumu düşündüm ve bu şey işte şu an elinizde tuttuğunuz denemedir.” diyen Svedsen, sıkıntının nasıl ve neden doğduğu ve işin içine girdiğinde neden iradi biçimde ondan kurtulamadığımız üzerine fikirler ortaya koyuyor.

 

Anoreksiya

Anoreksiya nervoza ya da kısa adıyla anoreksiya özellikle genç kadınlarda görülen bir yeme bozukluğudur. Ruhsal kaynaklı olsa da fiziksel etkileri sebebiyle ölümcül olabilen bu yeme bozukluğu zayıf bir bedene sahip olma arzusu, kilo almaya dair aşırı bir endişe ve zihinsel meşguliyet, beden imgesinin değerlendirilmesinde bozukluk gibi belirtilerle karakterizedir. Müdahalede bulunulmadığı takdirde, gittikçe zayıflayan kişinin bedensel ve zihinsel işlevleri bozulmaya başlar; yaşam tehlikesi söz konusu olur.

Hastalığın etiyolojisi yani kökenleri konusunda birçok kuram ve açıklama bulunmaktadır. Bunlardan en öne çıkanı kontrol ihtiyacıdır. Yaşamının diğer alanlarında kontrol sahibi olamayan bireyin bu kontrolü mükemmel şekilde sağlayabileceği çok az alandan birisi gıda alımıdır. Kişi arzu ettiği kiloya ulaşmak için yiyeceklerini titiz bir şekilde seçer ve günlük kalori alımını, normalin epeyce altında tutarak kontrol etmeye başlar. Amaç, bir yandan içe alınan gıdanın miktarı bir yandan da beden görünümü üzerinde kontrol sağlamaktır. Anoreksiyanın temellerine dair bir diğer açıklama da bağımsızlık ve ayrışma / bireyleşme ihtiyacıdır. Ayrışmaya dair bu ihtiyaç kontrol ihtiyacıyla ilintili düşünülebilir. Kişi, ancak bedeni üzerinde bir kontrol sağlayarak ayrışabileceğine ve bireyleşebileceğine dair bir inanca sahiptir. Bir diğer açıklama ise kadın bedeninin reddini temel alır. Sürekli olarak kilo veren birey bilinçdışı bir düzeyde, kadın bedenine sahip olmayı reddetmekte ve çocuk bedeninde kalmaya çalışmaktadır.

Bu faktörlerin varlığı hastalığın ortaya çıkması için yeterli değildir. Bireyleşme / ayrışma ve kontrol ihtiyacı duyan her birey anoreksik olmadığı gibi kadınlığı ve kadın imajını her reddediş de anoreksiya sebebi değildir. Hastalığın ortaya çıkması için başka faktörlerin de mevcut olması gerekir. Kimi kişilik özelliklerine ek olarak biyolojik ve psikolojik yatkınlıkların da anoreksiyanın oluşumunda etken olduğu düşünülür. Yeme bozukluğu yaşayan bireylerin büyük bir kısmı özgüven problemi, çaresizlik hissi, görünüşe dair kaygı ve hoşnutsuzluk da deneyimler. Bunlara ek olarak anoreksiyada mükemmeliyetçi bir kişilik yapısından söz etmek mümkünken bir diğer yeme bozukluğu olan bulimiyada dürtüsel bir kişilik yapısını düşünmek gerekir. İkizler ve evlat edinen aileler üzerinde yapılan bazı araştırmalar anoreksiya riskinin genetik yüklülüğünü destekleyen bulgular vermektedir.

Sosyolojik etkenler de yeme bozukluklarının ortaya çıkışına uygun bir zemin yaratabilir. Medyada sürekli olarak zayıf bedenin güzellik ve çekicilikle ilişkilendirilmesi, arkadaş çevresinde ve sosyal ilişkilerde fazla kiloya dair olumsuz yorumlar, anoreksiyayı teşvik edici pro-ana sitelerinin varlığı da hastalığın ortaya çıkışında ya da sürmesinde etken olabilir.

Anoreksiya tedavisinde paradoksal bir durum söz konusudur, zira kişiden yapmayı istemediği tek şeyi yapması beklenir: Yemek yemek. Bu durum tedaviye direnç yaratabilir. Dolayısıyla tedavi yaklaşımlarında anoreksiyanın bir tercih ya da yaşam biçimi değil bir hastalık olduğu konusunda hem bireyin ve ailenin bilgilendirilmesi hem de ailenin desteğinin alınması yaşamsal önem taşır. Psikoterapiye ek olarak ilaç tedavisinin, kimi durumlarda yatışın da gerekebileceği bu süreçte psikiyatrist, psikolog ve diğer uzmanlar (endokrinoloji, dahiliye, beslenme vs.) arasındaki temas ve iş birliği tedavinin olumlu seyri için esastır.

 

 

 

THERAPIAGROUP PSİKOLOJİ&PSİKİYATRİ REHBERİ köşesi Psikiyatrist Dr. Alper Hasanoğlu öncülüğünde; Uzm. Psk. Burcu Gençer, Psk. Ceylan Özge Kunduz, Uzm. Psk. Şencan Taşkale tarafından hazırlanmaktadır.

SORULARINIZ İÇİN: info@therapiagroup.com

Facebook: facebook.com/TherapiaGroup

Twitter: TherapiaGroup

İnternet adresi: www.therapiagroup.com

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp