Top
Therapiagroup

Therapiagroup

info@therapiagroup.com

07/02/2016

Sözcükten önce ses...

İnsan sesleri, duyguları bir diğerine, sözcüklerden daha net ve daha hızlı bir şekilde iletebiliyor. Bunda insan beyninin sesler yoluyla iletilen duyguları işlemek için daha eski sistemleri ve yapıları kullanması etkili oluyor. McGill Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma seslerle iletilen duyguları tanımak için beynin sadece saniyenin onda biri gibi çok kısa bir süreye ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Sesler ister öfkeyi ileten bir bağırma, ister mutluluğu yahut neşeyi ileten bir kahkaha, isterse üzüntüyü ileten bir ağlama olsun, beyin tarafından sözcüklere oranla çok daha hızlı şekilde tanınıyor. Araştırmanın bir diğer bulgusu da, duygular (mutluluk, öfke ya da üzüntü gibi) sözcükler yerine seslerle dile getirildiğinde buna daha fazla dikkat ettiğimiz yönünde.

Araştırmacılara göre, beynin bu sesleri “etiketleme” hızı ve sözcüklere oranla seslere öncelik verişi, türün hayatta kalma amacına hizmet ediyor. Araştırmacılardan Marc Pell, duygusal mesajlar ileten seslerin evrimsel olarak daha eski beyin yapılarıyla bağlantılı olduğunu, konuşulan dilde ifade edilen duyguları anlamanın ise insan dili geliştikçe ortaya çıkan ve gelişen yeni beyin yapıları ve sistemleriyle ilişkili olduğunu söylüyor.

Araştırmacılar, beynin farklı duyguları ifade etmede kullanılan seslere farklı şekilde tepki verip vermediğini de öğrenmek istemiş ve üç temel duyguya odaklanmış: Öfke, üzüntü ve mutluluk. Çalışmada 24 katılımcıya farklı seslerden ve anlamsız konuşmalardan oluşan bir karışım dinletilmiş. Çalışmada anlamlı sözcükler yerine anlamsız konuşmaların ve hırıltıların kullanılmasının nedeni anlamlı sözcüklerin katılımcılarda belirli duygular uyandırmasını önlemek. Katılımcılardan farklı duygularla söylenen bu anlamsız sözcüklerdeki duyguyu tanımaya çalışmaları istenmiş. Bu sırada katılımcıların beyin faaliyetleri beynin farklı duyguları ileten bu seslere ne kadar hızlı ve ne şekilde tepki verdiğini görebilmek amacıyla EEG ile takip edilmiş. 

Araştırma, katılımcıların mutluluk seslerini (ör: kahkaha) öfke yahut mutsuzluk seslerinden çok daha hızlı şekilde fark edebildiğini gösteriyor. Ne var ki, öfke ileten seslerin diğer duygulara oranla beyinde daha uzun süren bir faaliyet gösterdiği ve izlerinin daha uzun süre kaldığı da bir diğer bulgu. Bu bulgu, beynin öfke sinyallerine daha fazla dikkat gösterdiğini ortaya koyuyor.

Pell, "Bulgularımız dinleyicilerin, aldıkları biçim ne olursa olsun (bağırma, hırlama vb.) öfkeli sesleri daha uzun süre takip ettiklerini gösteriyor. Bu da bize öfke sinyallerini takip etmenin potansiyel tehlikeyi tespit etmek, dolayısıyla da hayatta kalmak için ne derece önemli olduğunu düşündürüyor." diyor.

Araştırmanın bulgularından bir diğeri ise, kaygı düzeyi yüksek kişilerin, daha az kaygılı kişilere oranla duygu ileten seslere daha hızlı ve daha şiddetli biçimde tepki verdiği yönünde. Pell, “Sesler, duyguları ve ifade edilmek istenenleri sözcüklere göre çok daha hızlı bir şekilde iletebilme avantajı veriyor. Bulgularımız insan olmayan primatlar üzerinde yapılan ve türe özgü seslerin diğer seslere oranla sinir sistemi tarafından öncelikli şekilde değerlendirildiğini bulgulayan çalışmaları da destekler nitelikte.” diyor.

McGill University. "Human sounds convey emotions clearer and faster than words." ScienceDaily. ScienceDaily, 18 January 2016.

Şema Terapi- Şemalar nasıl oluşur?

Şema terapi, bilişsel terapinin entegratif bir koludur. Şema terapinin kurucusu Jeffrey Young, erken dönem çocukluk yaşantıları sırasında oluşan 19 temel şema tanımlamıştır. Şemalar, karşılanmamış temel ihtiyaçların, maladaptif (işlevsel olmayan, uyumsuz) yollardan karşılanması sonucu oluşan sistemlerdir. Kişiyi zorlayan ve yardım almaya yönlendiren, bu şemaların yetişkin hayatına etkisidir. Ancak esasen değişimi sağlayan, bu şemaların oluştukları döneme ve bunlarla başa çıkma stillerine eğilmektir. 

Şema teorisine göre, insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayacak kaynağa yönelme ve giderme dürtüsü ve kapasitesi ile doğar. Bu temel ihtiyaçların düzenli biçimde karşılanması durumunda adaptif (sağlıklı ve uyumlu) şemalar ve buna bağlı davranış kalıpları oluşur. Ancak ihtiyaçlar da farklı hiyerarşik seviyelerdedir. Farklı ihtiyaçların karşılanma yollarının birbiri ile ilişkisi, kesiştikleri ve çatıştıkları noktalar da gelişim açısından önemlidir. Örneğin, çocuk ancak güvenlik ve stabilite ihtiyacı doyurulmuş ise spontanlık (kendiliğindenlik) ve oyun ihtiyacından doğan bir meraka yönelebilir. İhtiyacın ortaya çıktığı yaş dönemi, karşılanma derecesi ve süreklilik algısı, oluşan bilişsel kalıpları şekillendirir.

Bu temel ihtiyaçlar bazen yetersiz bazen de uygunsuz şekilde karşılandığında, uyumsuz şemaların oluştuğunu söyleyebiliriz. İhtiyaçların karşılanma derecesi ve biçimi, maruz kalınan ebeveynlik stili ile yakından bağlantılıdır. Şemalar, doğuştan getirilen mizaç özellikleri, çevresel koşullar ve ebeveynlik stillerinin karşılıklı etkileşimleri sonucu yerleşir. Bu etkenlerin hangisinin daha önemli olduğu hep tartışılagelmiştir. Suomi tarafından 1997 yılında yapılan bir araştırma bu konuya şöyle ışık tutmaktadır: Yeni doğan makak maymunları nörotik ve nörotik olmayan mizaçlılar olmak üzere ikiye ayrılmışlar. Normal bir ebeveyn ile büyüyen nevrotik bebek maymunlar, yetersiz bir anne ile büyüyen normal mizaçlı maymunlarla oldukça benzer bir psikolojik gelişim ve davranış stili göstermişler. Nevrotik bebek maymunlar, ilk günden itibaren anneden uzak kalma durumuna aşırı tepki göstermiş, küçük stresörlere abartılı tepkiler varmış, kaygılı bir bağlanma stili sergilemişler. Normal mizaçlı ama yetersiz ebeveynlikle büyüyen maymunlar ise bu özellikleri sonradan edinmişler.

Bu araştırmanın ilginç olan sonucu ise, nevrotik maymunların oldukça yeterli ve ideale yakın bir ebeveyn (belirgin ve koşulsuz sevgi gösteren, sağlıklı limitler koyabilen) ile büyüdüklerinde, normal mizaçlı ve normal ebeveynli maymunlara kıyasla bile çok daha iyi bir büyüme grafiği izledikleri.  Örneğin, onlar çevreyi diğerlerine göre daha çok merak etmiş ve araştırmışlar, sütten kesilmeyi daha kolay kabul etmiş ve sağlıklı bir bağlanma kurmuşlar. Kendilerinin de büyüdüklerinde yavrularına benzer bir ebeveynlik stili izledikleri görülmüş. Şema terapide de kişinin ihtiyaçları o güne kadar ne denli karşılanmış olursa olsun, terapistin limitli ve sağlıklı yeniden ebeveynliği ile bu ihtiyaçların fark edilmesi ve kendi kendine sağlıklı ebeveynlik yapabilmesi amaçlanır.

Önümüzdeki hafta, temel ruhsal gereksinimleri ve karşılanma biçimlerini incelemeye devam edeceğiz.  

Kaynak: The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research, and Practice, First Edition. Edited by Michiel van Vreeswijk, Jenny Broersen, Marjon Nadort. © 2012

 

Maskülen-Erilliğin Farklı Yüzleri

Maskülen kavramı sadece Jung'un insan ruhu hakkındaki devrimci teorileri için değil kişiliğin gelişimi için de dikkate değerdir. Eğer Jung'un inandığı gibi "modern insan halihazırda, kendi aklının ışığı ötesinde hiçbir şeyin dünyasını aydınlatamayacağı fikriyle zihnini bulandırmış" ise her insana idrak kabiliyetinin sınırlarını ve bu sınırları nasıl aşacağını göstermek temel bir mesele haline gelir. İşte Jung'un Maskülen adlı eserinde yapmaya çalıştığı budur. Erilliğin dürtüsünü ve doğasını ilgilendiren ünlü sezgilerini kaleme alır ve bunların kişiliğin gelişimini nasıl etkilediğini açıklar. Kişisel ve klinik tecrübelerinin ürünü olan eşsiz perspektifi sayesinde Jung, erilliğe dair anlayışımız konusunda uzun yıllar daha psikanalistlerin zihnini meşgul edecek sorunları ortaya atmıştır.

Çocuklar için hayali oyunun önemi

Oyun denildiğinde akla tabletin, bilgisayarın, içeriğini ailelerin belirlediği yapılandırıcı oyunların veya öğretici kutu oyunlarının geldiği günlerdeyiz. Oysa bir zamanlar çocukların tek başlarına veya kendi yaşıtlarıyla özgürce oynayabilme imkanları vardı. Bu zamanlarda çocuklar fazla oyuncağa da ihtiyaç duymadan değişik rollere girer, hayal güçlerini kullanarak kendilerine farklı dünyalar yaratırlardı. Bazen ellerine bir sopa alıp ata bindiklerini düşünür, bazen öğretmen rolüne girip ders anlatır; korsan, canavar, prenses olur saatlerce oynarlardı. Çocukların yeni bilgiler öğrenebilmesinin en kolay yolunun oyun olduğu anlaşıldığından beri aileler oyuna ayrılan vakti renkleri, şekilleri, sayıları öğretmek, fiziksel becerileri arttıracak sportif oyunlar oynamak veya harfleri öğrenmesine yardımcı olacak tablet oyunları indirmekle geçirmeyi tercih edebiliyor. Bu bilgilerin kazanılmasında yapılandırılmış oyunlar oldukça işe yarasa da serbest hayali oyunun bir çocuğa kattıklarını başka bir aktiviteyle gerçekleştirmek mümkün değil.

Araştırmalara göre, çocukların zihinsel, sosyal ve duygusal gelişiminde 2.5 yaşından 6-7 yaşlarına kadar oynadıkları hayali oyunun büyük payı var. Özellikle, farklı insanların farklı düşünceleri olduğu, her insanın bakış açısının değişebileceği bilgisi bu hayali rol oyunlarıyla güçleniyor (Jenkins&Astington, 2000). Psikolog Sandra Russ, çocukların bilişsel becerileri üzerine yaptığı araştırmalarda, hayal gücüne dayalı oyunların duygu düzenleme konusunda fark yarattığı sonucuna ulaşmış (Seja&Russ, 1999). Bu oyunlarla çocuklar olumlu ve olumsuz duygularını kelimelerle ifade etmeyi, duygularını düşünceleriyle ilişkilendirmeyi öğreniyorlar. Bir başka araştırma, hayali oyun sayesinde çocukların özdenetim konusunda uzmanlaştığı görüşünde (Berk, Mann & Ogan, 2006). Hayali oyuna vakit ayıran çocuklarda öfke kontrolü, şiddet davranışlarında azalma, empati ve bekleyebilme becerileri gözleniyor. Farklı rollerde oynayan çocuklar, sosyal kuralları öğrenme, iletişim ve problem çözme konularında yaşıtlarından daha fazla gelişim gösteriyor.

Yapılandırılmış, yetişkin yönlendirmeli oyunlar çocuklara pek çok şey öğretir. Ancak hayali rol oyunlarının kazanımları oldukça farklı. Bu oyunlara vakit ayırmak çocukların gelişimi için gerekli. Hayali oyunun ne olduğu ve çocukların ihtiyaçları doğrultusunda nasıl oynadıkları bir sonraki yazıda.

-Jenkins, J.M., & Astington, J.W. (2000). Theory of mind and social behavior: Casual models tested in a longitudinal study. Merrill-Palmer Quarterly, 46, 203-220.

- Seja, A.L., & Russ, S.W. (1999). Children’s fantasy play and emotional understanding. Journal of Clinical Child Psychology, 28, 269-277.

-Berk, L. E., Mann, T.D., & Ogan, A.T. (2006).  Make-Believe play:  Wellspring for development of self-regulation. 

 

THERAPIAGROUP PSİKOLOJİ&PSİKİYATRİ REHBERİ köşesi Psikiyatrist Dr. Alper Hasanoğlu öncülüğünde; Uzm. Psk. Burcu Gençer, Psk. Ceylan Özge Kunduz, Uzm. Psk. Şencan Taşkale tarafından hazırlanmaktadır.

SORULARINIZ İÇİN: info@therapiagroup.com

Facebook: facebook.com/TherapiaGroup

Twitter: TherapiaGroup

İnternet adresi: www.therapiagroup.com

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp