Top
30/12/2013

Kaos

Siyasal ve yargısal tabloyu en iyi özetleyen sözcük ‘kaos’ olmalı. Ancak, toplumda henüz kaostan çok, bir zihin karışıklığından, ne olduğunu anlamak nasıl olacağını yorumlamak, haklı-haksız değerlendirmesi yapmak, sonuç çıkarmak arayışından söz edilebilir.
Kayıtsız şartsız taraf olanlar için bu söylenemez elbette. Onlar, bir şekilde harekete geçmiş durumdalar. Sesleri olabildiğince yüksek. ‘Kefen giyeni’, yoğun kalabalıklar halinde ‘karşılayanı, uğurlayanı’ ya da ‘Gezi artçısı protesto’ sürdürenleri.

Durulacak gibi görünmüyor. Yapılan açıklamalar, atılan adımlar, şekillendiren politikalar, hiç olmazsa şimdilik ancak kaosu daha bir belirginleştiren hatta kalıcılaştıran gelişmeler olarak yerlerini alıyor. Bir parça da yeni çatışma nedenlerine dönüşerek. Durulma için belki yerel seçimlerin sonuçlanması, yetmezse Cumhurbaşkanlığı seçimi ya da erken bir genel seçim. Tam bir durulma içinse, şüphe yok ki Kürt meselesinin de tam bir çözüm sürecini yaşaması şart.

17 Aralık ‘büyük rüşvet ve yolsuzluk’ operasyonu, bütün karşı çıkışlar ve alınan önlemlere rağmen sonuçlarını; tutuklamalar, istifalar ve dava süreci olarak ortaya koymak şeklinde sürdürüyor, sürdürecek. Bu çerçevede ayakkabı kutularındaki milyon dolarlar için görüşmeler, hediyeler, ilişkiler için yapılan açıklamalar inandırıcı olmaktan uzak. Dolayısıyla, Başbakan’ın hükümetin daha ilk andan itibaren ‘krizi’ -hangi sebeplerle olursa olsun- iyi yönetemediği, zamanında tutum alamadığı, sonradan atılacak adımlardan yeni kabineyi bir yana bırakarak, ‘istifa ve görevden alma’larda geç kaldığı kesin.

Başbakan açısından sorun, sadece geç kalmak değil. Esas sorun, Gezi’den beri kitlelerin tepkilerine konulan yanlış teşhisin giderek doğruymuş gibi algılanması, kabulü ve onun üzerine politikaların bina edilmesidir. Bu noktada, yeni kabinenin ifade edildiği gibi, bir ‘savaş kabinesi’ mi olacağı, yoksa ‘Başbakan’a en çok bağlılar’ın bir süredir şekillenen yanlış politikalardan belki de sıyrılarak, esas çözmeleri gereken Kürt meselesi-demokrasi-katılım-yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi sorunların çözümüne yaratıcı bir şekilde odaklanıp, sonuç alıcı adımlar atan ‘çözüm kabinesi’ mi olacağı? İsmi üzerinde en çok tartışılan İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın Batman-Diyarbakır valilikleri deneyimiyle, konuya en hâkim kimselerden olmasına rağmen, işaretler pek de olumlu değil!

Ancak, barış sürecinin her halükârda korunması ve devamı, en önemli olgu. Bu noktadan bakınca;
‘Yüksekova provokasyonu’nun tarafların itidalli yaklaşımları sayesinde sürecin raydan çıkmasını engellediği bir gerçeklik. ‘17 Aralık Operasyonu’nun, ‘nitelik, zamanlama, kapsam ve hedefleri’ açısından sürece darbeyi de içerdiği genel kanaatler arasında. Nitekim Başbakan da “17 Aralık’ta Diyarbakır tablosuna da suikast düzenlendi. Bu aynı zamanda içimizdeki barışa da bir suikasttır!” diye vurguladı. 

Tabii ısrarla söylenen ‘Cemaatin barış sürecine karşı olmadığı’ ancak, sadece gerek 7 Şubat Hakan Fidan’ın şahsına yönelik başlayan operasyon, gerek BDP milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’nin Balbal ve Haberal’a ilişkin kararına ve o karara İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi uyduğu halde Diyarbakır Özel Yetkili Mahkemeleri’nin, savcılığın olumlu yöndeki mütalaasına rağmen tahliye edilmemeleri; cemaate yakın medya gruplarında hâlâ çatışmacı/ötekileştirici dil kullanılmaya devam etmesi, ‘sarmal halden paralel hale geçen devlet’ yapılanmasında, barışa, barışı sabote edecek denli uzak tarafı oluşturduğu, dolayısıyla süreci, hükümeti zora sokmanın bir argümanı olarak kullandığı açıktır.

Ancak tüm bunlar, esas olarak hükümetin 17 Aralık sonrasındaki tutumu nedeniyle sebep olduğu, emniyette ve özellikle ‘Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişikliklerin ardından, doğan tıkanmayı da görmeye engel değil.

Savcının gözaltı kararlarının ardından, dosyanın elinden alınması, buna duyduğu tepkiyi yazılı açıklamayla kamuoyuna duyurması, başsavcının savcıyı suçlayıcı beyanları ile dosyayı başka savcılara vermesi, HSYK’nın yaptığı açıklamadan bir gün sonra Danıştay’ın ‘yürütmenin durdurulması’ kararı vermesi, AKP’nin ve Başbakan’ın HSKY’yı hedef alan açıklamaları, durumu içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

Şimdi ne olacak? İstanbul Başsavcılığı’nın yetkilendirdiği yeni savcılar ya dosyanın tümden rafa kaldırılması yönünde ya da sınırlandırılmış isim ve fiillerle devamına karar verip işlemi noktalayacak ya da devam ettireceklerdir. Sonucun ne kadar tatminkâr olacağı için beklemek gerekecek.

Tarafların tutumu, ister istemez bir kısmı geçmiş yıllarda gerçekleşen diğer bazı operasyonlarda savcı/başsavcıların, polis, emniyet müdürü, vali, bakan, hükümet ve başbakanların tutumlarını akla getiriyor.

Nusret Demiral’ı hatırlayanlar olmalı. 2 Mart 1994’te DEP’e yönelik yapılan ‘sivil darbe’nin Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Başsavcısı olarak Orhan Doğan’ın TBMM’nin kapısından alınmasının ardından, bütün DEP milletvekillerine yönelik olarak başlattığı ‘sürek avı’ süresince, cılız bazı sesler dışında kimsenin aklına yasal ya da idari bir önlem almak gelmemişti.

Nisan 2009’dan beri, KCK adı altında yapılan bütün polis/kolluk ya da savcılık tasarrufları, fezlekeleri iddianame ve kararları ‘oh olsun’larla ya da sessizlikle izlendi. Yasal ve idari düzenlemeler yapmak fikri yerine, ‘paralel devlet’ suçlamasıyla uygulamalara meşruluk kazandırılmaya çalışıldı. Oysa KCK delillerinin çoğu da üretilmiş delillerdi(r).

Ancak ne zaman ki mecbur kalındı, adalet terazisi hukuksuzlukları taşıyamadı, kıyısından köşesinden bazı düzenlemeler yapılmış oldu. Ancak sorun bugün de çözülebilmiş değil. Bugün de aralarında milletvekili, belediye başkanı, il ve belediye meclis üyeleri, avukatlar, insan hakları savunucuları, gazeteci ve yazarların bulunduğu sayıları binleri bulan haksız ve dayanaksız tutuklamalar sürdüğü gibi, pek çok da cezalandırma almış başını gidiyor.

Kaldı ki, çok sayıda kalemin yazdığı gibi, ‘karanlık dehlizlere hapsedilen Roboskî’ failleriyle birlikte aydınlanmadan hangi demokrasi, çözüm ve adaletten söz edilebilir?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp