Top
23/09/2013

Barışın erken göçen öncüsü: Orhan Doğan

PEN Türkiye Başkanı ve Uluslararası PEN Yönetim Kurulu üyesi dostum Tarık Günersel’in haklı olarak işaret ettiği gibi, “Dünya 21 Eylül gününü Barış Günü olarak kutlarken Türkiye’de o enerji 1 Eylül’e ayrılmış. Barışçılar 21 Eylül gününe odaklanırsa dünyadan kopmamış olur ve seslerini daha iyi duyurabilirler”.

Orhan Doğan’ın ilk girişimcilerinden olduğu ‘Türkiye Barış Meclisi’ de, aynı düşünceyle, anısına verdiği ‘Barış Ödülü’nü 21 Eylül’de verdi.
Ödül, ‘yok sayılan tüm ‘ötekileri’ görünür kılarken, bu kültürlerin kendi aralarında da birbirlerini dinlemesi ve anlaması için gayret gösteren’, yirmi yıldır çokdilli bir şekilde şarkılar söyleyen, söz ve müzikleriyle barışa katkıda bulunan ‘Kardeş Türküler’e verildi.
Törene, Orhan Doğan’la yakın arkadaş olan/tanıklık ettiğim, bir selam eşliğinde ödülü de veren büyük yazar Yaşar Kemal, BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Sırrı Sakık, Selim Sadak, Hasip Kaplan, Akın Birdal, Gülten Kaya ve daha çok sayıda saygın isim katılmıştı. Ben de katılanlardandım.

Programı Banu Güven sunarken, Türkiye Barış Meclisi dönem sözcüsü Hakan Tahmaz da “Barış Ödülü fikri ilk ortaya atıldığında zor bir işe giriştiğimizi biliyorduk. Ama doğrusu bu kadar büyük bir sorumluluğun altına girdiğimizin tam farkında değildik” dedi.
Mahir Günşiray büyülü sesiyle, Başbakan’a göndermeyle Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Memleket isterim’ şiirini okurken, Mehmet Güleryüz de ödülün ruhuna uygun tasarlayıp yaptığı ‘barış heykeli’ni anlattı.
Prof. Ayşe Soysal da ‘Ödül Jürisi’nin ödül gerekçesini paylaştı.
Orhan Doğan’ın ‘Nîv Jiyan/Yarım Kalan Hayat’ı barkovizyonda gösterildi. Son sözleri “Barışı istemek yetmiyor, takipçisi olmak lazım!” şeklindeydi.

Kardeş Türküler teşekkür konuşmasında, ilk Ermenice türküyü okumaya çalıştıklarında gruptan hiç kimsenin Ermenice bilmediği için ilk şarkının sözlerini ‘garip bir dille’ söylemeye kalktıklarından söz etti.
Grup ilk olarak Ermenice bir ‘aşk şarkısı’nı, ikincisi Arapça ‘bir kuşun özgürlüğe olan inancı’nı, üçüncüsü Neşat Ertaş’ın ‘Bahçe duvarını aştım’ını ve Rumca ‘Ah gurbet bütün sevdiklerimi aldın mutlu musun?’ diye soran şarkıyı, Kürtçe-Türkçe ‘yerinden yurdundan edinmiş insanları anlatan ve onlara adanmış’ destanın ardından, son olarak da Âşık Mahzuni’nin ‘Derde Mahkûm’unu inanılmaz bir güzellikte seslendirdi.

Önerim, demokratikleşme paketini açıklayacak olan Başbakan’ın çok sayıdaki yardımcı ve danışmanıyla eklemeler çıkarmalar yaptığı metni açıklamadan, ödül gecesinde ‘Kardeş Türküler’in söylediklerini temin edip dinlemesi’, nasılsa bütün çekincelerini kaldıracağından halkların kardeşliğini sağlayacak gerçek paketi açıklaması!

Müziğin, sesin ve sözün armonisiyle ikna olmak, ‘beş dilde işin sırrına ermek’, anlamak ve özümsemek...
Aslında Orhan Doğan’ı, önce değerli bir meslektaş, insan haklarının henüz kavramsal olarak bile oluşmadığı, havadan sudan sebeplerle Yeşilyurt köylülerinde olduğu gibi insan dışkısı yedirildiği koşullarda, faili ‘Binbaşı Cafer Tayyar Çağlayan’ı kamuoyunda vicdanlarda ve AİHM’de mahkûm ettirme kavgasından biliyordum. Diyarbakır DGM’lerindeki (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) davalarından, savunmalarından biliyordum. Kadim kent Cizre’de, ‘adalet savaşçısı’ olduğu zamanlardan...

Şüphe yok ki ‘şıklığı, zarafeti, nezaketi, ikna gücü ve sabrıyla gerçek bir diplomat’ olan Sevgili Orhan, bulunduğu her yerde, birlikte benim sadece on altı ay o ve Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak’ın ‘10 yıl 3 ay 7 gün’ hapis yattıkları Ulucanlar Cezaevi’nden tahliye oluncaya dek, sürekli bir şekilde, adeta bir ‘paratoner’ gibi, dışarıdan gelen bütün zararlı yönelimleri uzak tutma, etkisiz hale getirme yanında, birlikte üreterek cezaevini bir ‘okula dönüştürme’de beceri ve yaratıcılık gösteren bir yürek insanıydı.

Demokrasi bir bedeller rejimi olsa da, özgürlük ağacı –yazık ki- kanla ve terle sulansa da gerçeğin üstüne oturduğu yer ‘hayatlarımızdan çalındığı’ydı! Özgürlüklerimizden çalındığıydı! Müsebbiplerinin kaybedilen her saniyesini borçlu olduklarını da unutmamak, bir kenara kazımak ve hepsinden önemlisi bir daha olmaması için sonuç çıkarmak...

‘Değerli Dost,
Kadim Dicle’nin-Botan Çayı’nın yanı başındaki ‘Mem û Zîn’in kapı komşusu, yüz binlerin yüzlerce kilometre kat ederek uğurladıkları barışçı, her bir yürüyüşçüye eşlik eden yoldaş, bilmelisin ki çektirdiği acılı yıllar adına verilen ödül törenine gelmeden bir gün önce müzeye dönüştürüldüğü bilinen ‘Ankara Ulucanlar Cezaevi’ne/Müzesi’ne, -kulağa da hoş geliyor!- en çok da senden izler bulmak için gittim.
Kendim için gidemezdim! Benimki, bana uzun gelse de, geçirdiğiniz yıllar yanında, ciltler dolusu bir kitabın ancak ‘girişini’ oluşturacak denli kısaydı!

Yalnızdım. İyi ki de... Kapanma sesinden her seferinde bir kez daha nefret ettiğim/iz ilk demir kapıyı geride bıraktıktan sonra daracık giriş, merdivenler uzun, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen koridorlar, koğuşlar, numaralar, mazgallar, ranzalar, tutuklular, mahkûmlar, tutsak edilmiş insanlar, beyinler, düşünceler, inançlar, hücreler, çığlıklar, sloganlar, şarkılar, türküler, bitmeyen isyanlar, gelecek hayali, inancı, yürüyüşü, adanmış hayatlar...

‘Hilton’la başlıyor Ulucanlar Müzesi gezisi. Ecevit’in, Nâzım Hikmet’in, Yılmaz Güney’in, ‘darağacında üç fidan’ Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın, Necdet Adalı, Erdal Eren’in, Ahmed Arif ve Yılmaz Odabaşı’nın kaldığı koğuşlar... İdamların yapıldığı avlu, darağacı...
Şüphesiz her ayrıntı ayrı bir hüzün, ayrı bir acı kaynağı ama bir o kadar değerli. Ancak ne 8. ne de 11. Koğuş var. Düzenlenmemiş. Türkiye demokrasisinin hamuruna çok büyük katkı sunan ‘DEP’in Ulucanlar Cezaevi’ndeki on yılları’ görünür kılınmamış.
Bu ayın 26’sında resmi açılışı yapılacak olan ‘müzenin eksik olduğunu ve Kürt kimliğine dönük ayrımcılığı bir şekilde sürdüğünü’ söylemekten geri durmayacağım.

Zaten hemen müze müdürlüğüne gidip içimi döktüm. Paylaştım düşüncelerimi. Bunun üzerine yaptıkları kısa bir araştırmayla ‘Tevkifhaneden Müzeye Ulucanlar 1925-2010’ isimli kitabın ‘Siyasilerin Yolu da Ulucanlar’la Kesişti’ başlıklı bölümünde, yani 115. sayfanın bir kenarında ‘Ulucanlar’da yatan kimi siyasetçiler...’ başlığı altında bir kısmımızın adlarını gösterdiler. Hepsi bu kadar! Çalınan onlarca yıl, müzede ancak ‘bir sayfadan taşacakmış gibi bir eksik not’ olarak düşülmüş. Zira ne Ahmet Türk ne de Mahmut Alınak’ın adları yazılmış...
Oysa ‘ahırdan bozma’ koğuşumuz güzelce düzenlenmiş halde depo olarak duruyor. Ranzalarımız ve anılarımızı belgeleyecek fotoğraflar ile demokrasiye ve çözüme katkılar nedense yer bulamamış. Volta attığımız, voleybol oynadığımız, gökyüzünü seyrettiğimiz, benim bitmek tükenmez bilmez daktilo tıkırtıları eşliğinde ‘Remo’yu yazdığım avlu küçültülmüş, tabanı yükseltilmiş anlam kazanmak isteğiyle, öylece duruyor.

Öğreticiliği, uzun yıllar vahşetlere sahne olmuş, katliamların, sistematik cinayet ve işkencelerin mekânı, binlerce insanın bedeninde ve ruhunda yaralar açan ‘Diyarbakır 5 No’lu’nun (E Tipi Cezaevi) mutlaka eksiksiz bir müzeye dönüştürülmesi gereği... Geçmiş acılar, ‘nasıl sığar’ bilmiyorum ama hiçbir ayrıntı kaybedilmeden toplumsal belleğimizde ‘bir değer köprüsü’ne dönüşmeli.
Hâlâ ‘iflah olmaz’ bir iyimserim. Adına verilen ödülün, barışa ve çözüme her zamankinden çok daha büyük katkı sağlayacağını içtenlikle söylemek isterim. 21 Eylül 2013”

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp