Top
17/06/2013

Hayattan 'Usta'ya: Dersler

Bu satırlar yazılırken Taksim Meydanı araç ve yaya trafiğine kapatılmış, meydan, polis, gazeteci ve temizlik işçilerine kalmış durumda. Taksim sessiz, ancak bir o kadar da huzursuz. Derin yaralar almış olmanın huzursuzluğu içinde.
Gezi Parkı’nı boşaltma operasyonu kısa sürse de sokak aralarındaki protestolar, müdahaleler gece boyunca sürdü. Tazyikli su, biber gazı, ambulanslarla taşınan yaralılar.. Tüm bunları hem tv kanallarından hem de Başbakan’ın deyişiyle ‘baş belası sosyal medya’dan görmek, okumak mümkün oldu.
Yetmemiş olacak ki en son ‘12 Eylül hatırası’ kabilinden askeri birlikler ve jandarma TOMA’sı…
Saat başlarında ise tv kanallarının Başbakan’ın Ankara Sincan’da partisince düzenlenen, bir ara ısrarla ‘yerel seçimlerin startı’ amacıyla yaptıklarını söyledikleri, esasında tam da konuluş amacına uygun olarak ‘Milli İradeye Saygı’ şeklinde gerçekleşen, mitingdeki sözleri ekranlara geldi. Arada, çok sayıda tv kanalına canlı bağlanan Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in ve bazı bakan ya da milletvekillerinin sözleri ile geçen günlerde ‘beşi bir yerde’ manşet sahibi basının temsilcilerinin, ‘tornadan çıkmış’ ürün misali, müdahaleyi meşrulaştırma çabaları..
Gezi Parkı’na müdahalenin ya da direnişin 18 günü geride kalırken her şeyin daha iyi olacağı, sorunların çözümünde özellikle de direnişinin barışçıl sonlandırılmasına ilişkin çok daha iyimser bir hava hâkimdi. Ancak mitingde yazılan sloganlardan Başbakan’ın konuşmasında yaptığı vurgulara kadar her şey yakın bir müdahaleye işaret ediyordu. Ediyordu da herhalde akşam sekiz gibi kalabalık bir saat yerine daha geç bir saatin, daha az eylemcinin bulunacağı bir zamanın kollanacağı tahmin ediliyordu. Şüphesiz öyle olmadı. Kurulan bütün köprülere, görünürdeki diyaloglara karşın; ‘mesajları aldık’, ‘gereğini yapacağız’, ‘yargının kesin kararını bekleyeceğiz’, hatta ‘karar lehimizde olsa bile, plebisit yapacağız’ sözlerine karşın, tek çareymiş gibi, kalabalık bir saatte ve en sert şekilde müdahale edildi.
Sincan miting meydanını süsleyen ‘Büyük Oyunu Bozmaya Haydi Tarih Yazmaya!’, ‘Dik dur eğilme, bu gençlik seninle!’, ‘Lobilerin değil, Türkiye’nin Başbakanı!’, ‘Son Sözü Çapulcular Değil, Aziz Milletimiz Söyler!’, ‘Oy’un Büyük Türkiyem!’ ve kimi İngilizce sloganların ancak o zaman tesadüfi olmadığı anlaşıldı. Gezi Parkı direnişini bütünüyle mahkûm eden, katılımcılarını ‘dış güçlerin oyunlarını sergileyenler’ olarak, ‘piyon misali’ görülmesi, anlaşılan boşuna değildi.
Zaten Başbakan da konuşmasında açıkça ifade etmişti.
“Biz bu yola kefenimizle çıktık, oynanan oyunu gördünüz, siz kurulan tuzağı hissettiniz, siz yapılan saldırıların hedefini anladınız. İşte bugün siz bu meydanda tek bir gönül, tek bir yürek olarak o çirkin oyunu, alçak tuzağı, o haince saldırıları bozuyor ‘millet burada’ diye tüm dünyaya haykırıyorsunuz.” 
“Biz, 27 Mayıs’ın karanlığını, 28 Şubat’ın, 27 Nisan’ın karanlığını işte böyle bir direnişle aştık.”
Pankartlardaki sloganlar, mitingdeki konuşma ve her iki unsurun tamamlayıcı parçası olarak ‘ses tonu’, ‘mimikler’ ve ‘vücut dili’ düşünülünce, önceki –oldukça inişli çıkışlı- diyalog/müzakere sürecinin ve bu süreç sonunda alınan kimi kararların, gerçekte sadece zorunluluktan dolayı başvurulan bir yol olduğu şeklindeki, bazı görüşleri doğrulamış oldu.
Sonuç: Diğerlerini geçtik ama ‘Usta’nın, Gezi Parkı direnişinden, yani hayattan’ maalesef en gerekli dersleri al(a)madığı bütün açıklığı ile ortaya çıktı. Oysa ‘dersler’ açıktı:
Kentlerin ve toplumun kimlikleriyle oynanmamalı, insanlar küçük bir parkın ‘ağaçlarına nakşedilmiş’ de olsa, gönlünce yaşayabilmeli.
Doğuracağına da bakabileceğine de kendileri karar vermeli ve –şüphesiz- rahatsız etmeden, içeceği kadar ‘tıksırmadan’ içebilmeli.
Talepleri, -topu topu birkaç olan- polisi, tazyikli suyu, gazı ve deneyimli Diyarbakır TOMA’ları’nı üzerlerine salmadan dinlemeli.
İstekleri, itirazları, önerileri birer lütuf’ gibi değil, gönül kulağı ile dinlemeli.
Müzakere/görüşme ‘gerçek muhataplarla’ yapılmalı, yoksa ünlü de sıfatlı da olsa, hele hele hayran ya da yandaşla yapmaktan uzak durulmalı.
Genç olmanın, ‘büyük düşünmeye’ engel olmadığı, enerjileri kimileyin sert belirse de anlamaya çalışmalı.
Öyle ya da böyle, ‘bir sorunun varlığı’, çok yönlü kaşıyanların varlığını velakin içeride de dışarıda da kaçınılmaz kılacağı.
Demokrasilerde oyun, hele hele ‘yüzde 50 oyun’ çok önemli olduğu ama her şey de olmadığı.
Çoğunluk olmanın, her şeyi tayin edip ‘azlıkları/ azınlıkları yok sayma’ hakkı ve yetkisini kimseye vermediği.
Mağdurken yapılan haklı feryatların, muktedirken yapılan ‘taklidinin’ inandırıcı olamayacağı.
Gençliğini laptop’la yüceltirken, muhalif twit’çileri yermenin bilgi çağının dili ol(a)mayacağı.
AP kararını, AB yolunda bir ülke ve liderinin ‘tanımamazlık’ edemeyeceği.
‘Demokrasi’ ve ‘insan hakları’nın çoktan içişlerine karışmama’ ilkesini ihlal anlamına gelmeyeceği.
‘Küresel 28 Şubat’ diyerek, kentlilerin/gençlerin yaşam tarzlarına ‘dış mihrak’ gerekçesiyle müdahale edilmemesi gerektiği.
‘Torunlarına isim verir gibi’ –BDP Eşbaşkanı S. Demirtaş- köprüye, baraja, üniversiteye isim verilemeyeceği.
Müzakere aşkının, özlenen ‘çözüm beklentisi’nin getirdiği nispi sessizlik, her şeyden ‘bihaber’ olunduğu anlamına gelmeyeceği.
Önce bir ‘inat/karar’ uğruna, şimdiyse bir dikensiz ‘gül bahçesi yaratma’ uğruna, şimdilik 4 ölü, bilmem ne kadar gözünü kaybetmiş yaralı bırakmanın anlaşılamayacağı.
Demokrasinin deneyimlerden ders çıkarmak olduğunu, ‘fazla peşin alınmış dersler’in hayatı karşılamayağı.
Farklılıkları yok sayan, otoriterleşen, hatta güç zehirlenmesine uğrayan bir iktidarın, anlamak yerine, ‘yaraya tuz basması’nın yarar da hayır da getirmeyeceği.
Şeklindeki derslerin alınmadığı açıkça anlaşılıyor. Oysa gerçek bir laboratuvar gibi, herkesin ilgisini çeken bu direniş süreci, sadece biz gibi sıradanların değil, esas olarak ‘Ustalar’ın dersler çıkarmalarına sebep olmalıydı. Aksi halde daha çokça sancı çekileceğini söylemek hiç de kehanet olmasa gerek.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp