Top
01/07/2013

'Biz bize çözüm'ün sonu!

Yüz yıllık Kürt/Kürdistan meselesini çözmek için atılan çok sayıda önemli adımlara karşın, son hafta içindeki gelişmelere bakarak, sanırım çoğumuz yazının başlığıyla bağlantılı bir şekilde “Çözüm bitti mi/bitiyor mu” diye kendimize soruyoruz. Son söyleyeceğimi hemen yazayım ki, hayır! Çözüm bitmiyor ancak ‘biz bize çözüm’ün sonu geldi!

Yanıtla ilgili arayıştan önce, bu “Kürt’ü anladık da, Kürdistan da nereden çıktı?” diye aklından geçirenlere, soranlara, muhtemelen kızanlara, birkaç hatırlatmayla sürdürelim.

Kürtler, kadimden beri, sadece bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin değil aynı zamanda bugünkü Suriye, Irak, İran hatta Ermenistan, Kazakistan, Gürcistan, Azerbaycan gibi çok sayıda eski Sovyet topraklarında, kalabalık topluluklar halinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

Dolayısıyla, en dar çözümün dahi Anadolu coğrafyası ile sınırlı kalmayıp, Ortadoğu’daki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi (Irak), ‘Rojava Kürdistan’ Suriye’den bağımsız/kopuk/ilgisiz ele alınamaz. Tam da bu ve diğer pek çok nedenle birlikte sorun da çözüm de ‘bölgesel’i de aşarak ‘dünyayı ilgilendirecek denli’ uluslararası boyutlara sahip.

Sorunun bu yönleriyle ilgisi olması bakımından, geçen hafta Diyarbakır’da ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’nın yapıldığını ve konuya ilişkin pek çok karar alındığını, kararların uygulanması için de harekete geçildiğini bir vakıa olarak anımsayalım.

Şimdiye dek, çözüme ilişkin atılan adımlardan ilk akla gelenleri sıralarsak:

Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerin/müzakerelerin başlamış ve sürüyor olması ile 21 Mart Diyarbakır Newroz Manifestosu; özellikle Başbakan ve hükümetinin meseleyi çözmek için ellerini/gövdelerini bu işin altına koymuş olmaları; BDP’lilerden oluşan ‘heyet’in şimdiye kadar değişen eksilen isimlerle birlikte, Kandil’le 6’ncı İmralı ile 7’nci görüşmeyi yapmış olmaları; 7 bölgeye dağılan ve on binlerce kişiyle konuşmalar/görüşmeler yapan ‘Âkil İnsanlar’ın raporlarını Başbakan’a sunmuş olmaları; çözümün 1. aşamasının tamamlandığı 2. aşamaya geçildiği yönündeki seslendirmeler; 2. aşamanın esası olan ‘yol temizliği’nin yapılmasının kaçınılmazlığı; 28 Haziran 2013’te Lice’de askerlerin açtığı ateş sonucu ölen bir vatandaşa değin, bir tek insanın ölmemiş olması; her ne kadar Başbakan/hükümet çözüme ayıracağı enerjisinin önemli bir kısmını “Gezi’ye harcamayı” tercih etmiş olsa da sürecin doğrudan zarar görmemiş olması; hatta akıllıca yürütülecek bir politikayla ‘Kürt meselesi ile Gezi’ arasında kuvvetli bir ‘iç bağ/örgü’ olduğu –“Demokrasisiz çözüm, çözümsüz de demokrasi olmaz!”- gerçeğiyle, çözümlerin önemli oranda ortaklaşmasını sağlamış olduğunu görmek gerekir. Tüm bu gelişmeler dikkate alınarak, belki de soru şöyle olmalı: “Çözüm sürecinin 1. aşaması tamamlandı mı?”

Başbakan’ın ‘Âkillerle’ yaptığı toplantıda, PKK’nın silahlı güçlerinden ancak % 15’ini şimdiye kadar çektiğini ifade etmesi, birinci aşamanın tamlanmadığına dair soruya bir tür olumsuz yanıt gibi duruyor.

Abdullah Öcalan, Brüksel’de düzenlenen ‘Barış ve Demokrasi Konferansı’na gönderdiği mesajda, birinci aşamanın önemli oranda tamamlandığını, ikinci aşamaya geçildiğini belirtmektedir.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise “PKK’lıların yüzde 80’i belki daha fazlası yerlerini terk etmiş ve sınır hattına doğru ilerliyorlar. Çok büyük bir kısmı yerlerini terk etmiş durumda” sözleriyle 1. aşamanın tamamlandığını 2. aşamaya geçilmesi gerektiğini açıklıkla ifade ediyor. Tam da bu dönemde, yani 1. aşamanın tamamlanıp tamamlanmadığı, 2. aşamada yapılması gerekenler konusunda farklı yorumlar yapılıp beklentiler açık ya da örtülü bir şekilde dile getirildiği dönemde, çok sayıda hareketlilik de göze çarpar oldu.

Çoğu Diyarbakır’dan havalanan ve havalanmalarıyla birlikte insanların endişeyle bakışlarını göğe doğru çevirdiği, uçakların ya da insansız hava araçlarının başta Kandil olmak üzere, gözleme-izlemelerini sıklaştırmaları;

Komutanların vali ve savcılardan operasyonlar için ısrarla izin istemeleri;

Cizre’de gençlerin üzerinde Apo’nun baskılı resmi bulunan tişörtlerle ‘asayiş’ adına sertifika almaları ve sembolik de olsa yol kontrolü yapmaları;

Dersim’de ‘Karakol/Kalekol’ yapımında görevli şantiye şefinin kaçırılması, aracının yakılması;

Bitlis’te benzer şekilde 2 mühendisin kaçırılması;

Lice’de Kalekol yapımını protesto eden sivillere ateş açılarak Medeni Yıldırım isimli bir yurttaşın öldürülmesi ile 2’si ağır 9 kişinin yaralanması;

Yine Lice’de hemen ardından yol kontrolü sırasında bir Uzman Çavuş’un kaçırılması ve sonrasında başladığı belirtilen askeri operasyonlar...

Tüm bunların açıklıkla ortaya koyduğu gerçek, kanaatimce ‘Biz bize çözüm’ün sonuna gelindiği. Çözüm sürecinin iki taraf, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve PKK ya da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve PKK Lideri Abdullah Öcalan arasında MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) yürütüldüğü bilinen bir gerçek. Diğer bir gerçek de üçüncü bir tarafın bu süreçte yer almadığı.

Dolayısıyla bu sürecin nereye kadar süreceği, neleri içerdiği, neler yapılması halinde tam olarak sonuca ulaşılacağı konusunda görünen o ki, hiç kimsenin kesin bir bilgisi yok. Zaman zaman sorunlar çıktığı ve Demirtaş’ın ifadesiyle “süreç gitti geldi” (!) durumları yaşandığı da malum. Keza, daha önceki tıkanmalarda, sallantılarda, MİT’in devreye girerek tıkanmaları aştığı, sorunları çözdüğü bilinen bir gerçek. Ancak, MİT’in bütün deneyimiyle belki de kimi zaman dışarıdan bir göz gibi değerlendirme yapıyor olması ihtimalini düşünsek bile, 3. bir taraf gibi davranmasının mümkün olmadığı aşikâr. Belki şimdiye kadar bir tür ‘görevlendirme’ parantezine alınmış olan ‘Âkiller’ belli oranda sorumluluk yüklenebilirler. Bence mümkün ve gerekli. Aslında Âkil İnsanlar Heyeti başkanları, başkanvekilleri ve genel sekreterlerinin, Lice’deki gerginlikle ilgili ‘sağduyu ve provokasyona gelmeme’ çağrısında bulunmalarının anlamı tam da budur. Şüphesiz bu açıklamalara rağmen BDP’nin yazının yazıldığı gün itibariyle ‘Hükümet Adım At!’ kampanyasını başlattığı da dikkatle not edilmelidir.

Öncelikle Başbakan’a, iktidara ve katkı sunan tüzelkişi ve gerçek şahıslara, danışmanlarına ‘sevimsiz’ gelse de hayatın gerçekleri 3. bir tarafı şart kılıyor. En sıradan bir sözleşmenin dahi uygulanmasında yoruma ihtiyaç duyulduğu, gerektiğinde ‘hakem’ ya da ‘hâkim’e başvurunun kaçınılmaz olduğunu Başbakan’ın açtığı sayısız davadan da görmek mümkün. Uluslararası boyutu, ya inisiyatif önemli oranda sizde olmak üzere ‘çözümün’ bir parçası yaparsınız ya da inisiyatifsiz bir halde, muhtemelen ‘sorunun’ bir parçası olarak hep kaşıdı/kaşıyor/kaşıyacak endişesiyle yaşarsınız.

Tam da bu nedenlerle yüz yıllık bir sorunu ‘kökten, kalıcı, adil ve onurlu’ bir şekilde çözmenin ‘taraflarını (bileşenlerini), aşamalarını, esaslarını, anayasal, yasal idari yönlerini ve sahalardaki yansımalarını’ görebilmek izleyebilmek ve tüm bu konularda taraflara, doğrudan etkileri altında kalmadan önerilerde bulunabilmek, yorum yapabilmek, hüküm verebilmek ve gerektiğinde sürecin gerçek sahibi olan halk/halklar nezdinde anlaşılması ve katılımlarını sağlayabilmek açısından 3. tarafın gerekliliği kendini dayatmıştır. Hâkime ihtiyaç duymadan, hakeme başvurmakta yarar var. Aksi halde, yorum farklılıkları üzerinden gidecek tartışmalarla, akla bir yandan müzakere sürdürülürken diğer yanda da durumunu/pozisyonunu güçlendirmek için araç ve olanakların seri bir şekilde kullanıldığı, ister Kalekol yapımlarının sürmesi, ister KCK’nın çocukça bulduğu Cizre Halk İnisiyatifi adına ‘asayiş’ oluşturulması çabasını üzerinden belki de süreci tümden tıkayacak bir yerlere sürükleneceğimizi görmek gerekir.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp