Top
Berrin Karakaş

Berrin Karakaş

karakasberrin@gmail.com

15/11/2012

Gerçeği görmek erdemdir...

Marksist edebiyat kuramcısı Terry Eagleton DSİP’in düzenlediği ‘Marksizm 2012’ toplantılarına katılmak üzere İstanbul’daydı. Pazar günü, çok sevdiğinden bir günlüğüne de olsa gitmek istediği Mardin dönüşü buluştuk. İstiklal Caddesi artık neredeyse caddenin bir organı eylemlere sahneydi yine. Açlık grevlerinin 61. gününde ölüm değil çözüm istiyordu meydanda toplananlar. Durumu kısaca özetleyip ne düşündüğünü sorduğumda Mardin’den yeni dönmüşlüğüyle Türkiye’nin İstanbul’dan ibaret olmadığını söyleyip ekledi: “Açlık grevindekilerin tek zararı kendilerinedir ve kesinlikle şiddet içermeyen bu eylem sırf bu sebeple bile çok önemli bir tepki türüdür. Bu sesin duyulması gerekir.”

Yakın zaman önce bir okuru tarafından bu önemli ve duyulması gereken tepki türüne dair iki çift söz söylemesi istenen ve sessiz kalmayı tercih eden Orhan Pamuk’tan bahsedince ben, yazarların toplumsal sorumluluğuna geliyoruz.

“Orhan Pamuk’un bu konuda söyleyebilecek bir şeyi olabileceğini kabul etmemesi üzücü” diyerek devam ediyor Eagleton: “Romantisizm’de Blake, Keats, Shelley gibi şairlerin döneminde sanat, politika, ahlak arasında kesin ayrımlar yoktu. Modernizmle birlikte bu bağlantılar büyük ölçüde kayboldu. Dolayısıyla artık bazı sanatçılar politikayı zavallı bir bağlılık olarak görüyor. Politika kelimesini duyduklarında romantik dönemdeki İngiliz özgürlüğünü hemen savunur oluyorlar ama biraz daha devam ettiğinizde bu özgürlüğün boş olduğunu görüyorsunuz.”

Modernizmle birlikte kaybolmaya yüz tutan değerlerin postmodern ahvallerine dair Eagleton’ın düşüncelerinin pek de olumlu olmadığını biliyoruz. Bu durumda “Hayatın Anlamı’ kitabından altını çizdiğim “Filozoflar beyaz giysili dil teknisyenlerine dönüşmüş görünüyorlar” satırlarıyla, “Sosyal siyasal krizlerin kimilerince 19.yy’ı hatırlattığı dönemimizde felsefenin rolü ne olmalıdır?” diye soruyorum. “Felsefenin karşı karşıya kaldığı iki tehlike var” diyerek devam ediyor: “Biri çok mütevazı olmak, diğeriyse tam tersi. Dil teknisyenleri hiç şüphesiz fazla mütevazılar çünkü çok daha ilginç sorular sorabilirler. Marx da bir filozoftu ve işe insanın öncelikli ihtiyaçlarından başladı. Onu ilgilendiren fikirlerin abartılması değildi. Özellikle Amerikalılar fikirleri abartmaya bayılıyorlar. Yıllar önce Oxford’da Amerikalı bir öğrencime bir İngiliz profesör ‘Epey fikrin var’ dediğinde karşılık olarak teşekkür etmişti öğrenci. Profesörün cevabı: ‘Bu bir iltifat değil’ oldu.

Konu kaçınılmaz olarak Marx’a gelince cuma günü yaptığı sunumda kendisini ‘Eski kafalı bir materyalist” olarak tanımladığını hatırlatarak bu durumda biyopolitika, biyoiktidar gibi kavramlara dair düşüncelerini, bu kavramların Marksist ekonomi politiğe dair yeni katkılar sunup sunamayacağını soruyorum.“Bence biyopolitik materyalist düşüncenin bir uzantısı” diyerek devam ediyor: “Marx biyopolitik üzerine fazla bir şey söylemedi ama ekoloji politikası üzerine dönemine kıyasla fazlasıyla söz söyledi. Marx’ın altını çizdiği nüfus, beden, iş gibi sorunlar hâlâ temel sorunlar. Lakin kimileri biyopolitikayı anti-Marksist şekilde, Marksizm’in bir eleştirisi gibi alıyor ki Foucault’nun da yaptığı bu.“

Marx’ın altını çizdiği temel sorunlar güçlenerek devam ederken kitaplarında sık sık alıntılar yaptığı filozof Schopenhauer’a geliyorum. Schopenhauer sevenler olarak oldukça küçük bir kitle olduğumuzu hatırlatarak devam ediyor: “Her zaman söylediğim gibi büyük ihtimalle filozoflar içinde en kasvetli olanıydı Schopenhauer ki onu enteresan yapan yönlerinden biri de bu. Şu kesin ki mutsuzluğu düşündüğümüzde tarihte en can alıcı soruları Schopenhauer sorar. Marx da paylaşır bu soruları. Hatta kendi satırlarıyla söylersek Marx’ın dönemi bir kâbusu anımsatır. Ama Marx’ın tarihsel bakış açısında tarih böyle devam etmek zorunda değildir. Onun bu mutsuzluğu açıklayacak tarihsel nedenleri varken Schopenhauer’ın tarihi, bir insanlık tarihidir. “

Schopenhauer’ın kasvetinden ‘Kötülük Üzerine Bir Deneme’ kitabında Thomas Hardy’den “Ancak en kötüsünü soğukkanlılıkla değerlendirebilirsek iyiye doğru ilerleyebiliriz” özetli alıntıyı hatırlatarak yaşadığımız çağın en kötüsü olup olmadığını soruyorum. Cevabı Steven Pinker’ın son kitabı ile veriyor. Soykırımları yaşamış 20.yy’la kıyaslandığında en kötüsü olmadığını yazan Pinkel’a tam olarak katılmasa da bu konuda kesin bir şey söylemek zor olduğundan Hardy’ye geri dönüyor: “Hardy yanlış bir şekilde pesimist olarak değerlendirildi. Ki kendisi de bunu reddediyordu. Victorian dönem insanları neşeli olmaya çağıran, bunu neredeyse zorunluluk haline getirmiş bir dönemdi. İnsanlar gülmek ve toplumsal durumlardan ne olursa olsun memnun olmak zorundaydılar. Tersi halinde çünkü, isyan ederlerdi. Thomas Hardy’ye kadar İngiliz romanı mutlu sonla bitti. Ve Hardy işte bunu kıracak cesarete sahipti. Gerçekçi bir şekilde olanı biteni görmek kimi zaman zor, kimi zaman imkânsız olabilir ama denemek zorundayız. Erdemin temellerinden biri de budur.”

Kısa sohbetimiz sonlanmış, Eagleton’ı geride bırakmışken açlık grevi eylemcileri hâlâ aynı yerde “Ölüm değil çözüm istiyoruz” diyorlardı. Gerçek böyle parlıyordu da, ya erdem?

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp