Top
Berrin Karakaş

Berrin Karakaş

karakasberrin@gmail.com

12/04/2013

Tek bir fikirle doğdum ve hâlâ ne olduğunu bilmiyorum

Haftabaşı Boğaziçi Üniversitesi’nin 150. Yılı vesilesiyle Orhan Pamuk’la bir araya gelen Umberto Eco, çarşamba günü de İtalyan Kültür Merkezi’nde soruları cevapladı. Öncelikle sorulması yasak sorulara karşı uyardı bizleri; ‘Gülün Adı’ filmine dair olanlar ve “Romanlarınızı nasıl yazıyorsunuz” gibi ‘aptal sorular’. Hemen ardından da muzip kişiliğinin neticesi bir anekdot nakletti. Alman çevirmeniyle çıktığı konferanslar turunda 12 aptal soru listesi çıkardıklarını ve bunları teker teker cevapladıklarını anlattı. Mesela “Neden Gülün Adı ismini tercih ettiniz?” sorusunun cevabı şöyleydi; “Çünkü Pinokyo’nun patenti alınmıştı.”
Orhan Pamuk’la ‘Gerçek, Kurgu, Tarih Üzerine bir Diyalog’ başlıklı sohbetlerinde Pamuk, romanın paranoyak yapısına dikkat çekmiş ve kimi zaman paranoyaklıkla suçlandığından bahsetmişti ki, Eco bu soruna da “Doktor bütün paranoyaklar peşimde!” esprisi ile şakayla karışık dahil olmuş, paranoyaklığın şart olmadığını söylemişti. İtalyan Kültür Merkezi’nde moderatör Patricia Viola’nın bir akademisyen ve romancı olarak iki ruhu nasıl bir araya getirdiği sorusunu cevaplarken, akademi ve roman sanatı paranoyak döngüsünün içinde nasıl rahat rahat kalabildiğini de açıklıyordu; “İlk romanımın teorikle hiçbir alakası yoktu, sadece tezimin konusu ortaçağ üzerineydi. ‘Foucault’nun Sarkacı’nı yazarken çok fazla bilgi birikmişti ki bunları romana koymaktan korktum. Üniversitede Kabala üzerine, Okült üzerine dersler açarak romanı hafifletmeye çalıştım. Asıl mesele teorik bir yandan kanıt istiyor, anlatıdaysa Sovyetler Birliği’nde bir devlet yazarı değilseniz sonuca varmak zorunda değilsiniz, buna okuyucu yanıt bulmaya çalışır. Akademi ile roman arasında bir zikzak çizdim ben. Bu şekilde bir yaşam şeklini bulduğunuz zaman çatışma kalmıyor. Teorik ilgilerime paralel koleksiyonculuk da bu paranoyak döngünün içinde rahat rahat hayatta kalmamı sağladı.”

Bir diğer moderatör Cemal Kafadar’ın Eco’nun ‘Il costume di casa (1973) / Faith in Fakes: Travels in Hyperreality’ kitabında hipergerçekçilik ve kitsch üzerine yazdıklarına referansla Miniatürk, Fetih Müzesi, Marmaray Projesi gibi örneklerle İstanbul’da neler olup bittiğini anlamaya dair sorusuna cevap olarak Eco geldiğimiz dönemde artık takvimle yapılacak bir hesabın ötesinde olduğumuzu söyleyerek o dönem kendisini etkileyen Leonardo da Vinci’nin ‘Son Yemeği’nin duvar halısından seramike 12 versiyonunu görebileceğiniz hipergerçekçi Amerikan müze anlayışından söz etti. Uzakların yakın olduğu günümüzdeyse amaç insanların sanal olarak kendilerini hipergerçekliğin tam ortasında bulmalarını sağlamaktı. Twitter ve facebook’la yaşayan insanların sahte bir hipergerçekçiliğe ihtiyaçları yoktu artık. İtalyan seçimlerinde internet üzerinden örgütlenerek yüzde 25 oy alan Beppe Grillo’nun liderliğini yaptığı Beş Yıldız Hareketi’ni hatırlatarak böyle bir dünyada hayal gücüyle yaratılan hipergerçekçilik müzelerinin ne kadar saf ve sıradan geldiğini anlattı. Bazısı için sadece bir saatlik keyif internet, kimilerine içinden çıkamadığı gerçek bir gerçeklikti ve kitsch de artık çok geride kalmıştı; dünkü küçük burjuva dünyasının kaygısıydı.
Kaygı demişken, ‘Ortaçağı Düşlemek’ (1996/Can Yayınları) kitabında da yer alan bir Eco makalesine ve günümüzün ortaçağa benzerlikleri üzerine yöneltilen soruya geçersek; “Evet bir suç işlemiş ve 100 Euro karşılığında “Yeni Bir Ortaçağa Doğru” makalemi yazmıştım” diyerek devam etti Eco; “O makalede bugün için bir güvensizlik çağı demişsem bile bunu artık o kadar net söyleyemiyorum. Ulus devletler çözülürken, internet sayesinde Krakov ve Barcelona çok rahat bağlantı halindeyken yeni ortaçağ üzerine o kadar da kesin konuşulamıyor artık. Ki Roma Germen İmparatorluğu gibi farklı bir yönetim çıkabilir. Ortaçağda temel rol oynamış dine gelince; bugün insanları kaplayan yeni bir dindarlık var. Komplo teorilerinden new age inanışlara gitgide yayılmakta. Papa II. Jean Paul de bunu fark etmiş ve Latin Amerika’da önlemler almaya gitmişti. Bütün dinleri tehdit eden yeni bir dindarlıktan söz ediyordu.”


Kızıl Tugay’ların başı Aldo Moro


“Peki tarih nasıl bir kurtarıcı rol oynayabilirdi, hâlâ önemli miydi, çocuklarımıza geçmişi nasıl anlatmalıydık? “ Geçmişin bilgileriyle kopmakta olan bağlara dair yine Amerika’dan bir örnekle başladı söze Eco; akademik bir metnin dipnotunda rastladığı Kant’a ait alıntının 1990 tarihli Brown’ın kitabından olmasına dair şaşkınlığıyla. Amerika kadar kötü olmasa da İtalya’da da durum çok farklı değildi. Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar’ın başı olduğunu düşünenler vardı. Gençler on yıl önceki başbakanın kim olduğunu bilmiyorlardı ve de Eco’nun gençliğine kıyasla bu çok net bir farktı. Afganistan’ın başkentini Google’dan öğrenebilmenin ötesinde yeni bir form bulmak lazımdı, önemli olan yeni bir perspektif sunmaktı. Umberto Eco gençliğine kadar gitmişken, otobiyografisini yazıp yazmayacağı üzerine bir soru soruldu ki, Orhan Pamuk’la buluşmasında romanlarında kişisel hayatının yerine dair çekincesini düşününce cevap tahmin edilesiydi hayli. Amerika’da Russell gibi düşünürleri de kapsayan bir dizi hazırlandığını, kendisinin de projeye dahil edildiğini ve sıra kendisine gelmeden ölmeyi dilediğini söyleyerek devam etti; “Hâlâ tam olarak tek bir vizyonda düşüncelerimi toplamış değilim. Mezuniyet hocam insan tek bir fikirle doğar ve onun peşinden koşar demişti. Yıllar sonra hak veriyorum ona. Evet, tek bir fikirle doğdum ama henüz ne olduğunu ortaya çıkaramamışken neden kendimi yazayım?”

Umberto Eco’nun kendi tarihini yazmayacağına dair bilgilendikten sonra yeni tarih yazımına geçildiğinde, kendisi gibi çok yönlü bir isim İtalyan tarihçi, filozof ve politikacı Benedetto Croce’den “Tarih hep çağdaş tarihtir, bugün bizim bakış açımızla görünür” alıntısıyla devam etti. Tarih sürekli gelişmekte olan bir projeydi ve nasıl kendi geçmişimize dair sık sık eskiye dönüp hatırlıyorsak hep baştan, yeniden ve yeniden düşünülmeliydi. Kazananların yazdığı tarih ve meşrulaştırdıklarının ardından sansür meselesine geçtiğimizde günümüzdeki bilgi bombardımanından bahsediyordu Eco; “İtalya’da bizim için sansür diktatörlükle ilgili bir kavram. Genel olarak baktığımızdaysa çok daha tehlikeli ama az belirgin bir sansürle karşı karşıyayız. Bugün sansür giderek artan bir yoğunlukta insanların sesini kısmak için kullanılmakta. Ağır bir suç işlediysem ben ve gazetenin manşetine çıkacaksam ertesi gün, bir bankaya bomba koyar ve daha ağır bir suç yaratabilirim. Öyle bir bilgi bombardımanının içindeyiz ki gerçekten önemli olan ortaya çıkmıyor. İtalya’da kaybolan köpek, çiftçilerin kavgaları gibi haberler arasında çok önemli mahkeme kararları kaybolabiliyor.”

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp