Top
Berrin Karakaş

Berrin Karakaş

karakasberrin@gmail.com

13/12/2012

Kardeşlik kapısı nasıl kapandı?

Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin 7-8 Aralık’ta Ankara’da düzenledikleri ‘Kürt Meselesinin Çözümüne İlişkin Algılar, Aktörler ve Süreç’ konferansının başlığından son anda kopmuşsa da ‘Kopuş’, ilk gün sivillere, ikinci gün daha ziyade siyasetçilere ayrılmış konferans boyunca sık çıktı karşımıza kelime. Bütün eski kopuşlardan, oldurulmuşlardan geriye kalan, yeni bir oluş; kopuş…

Van depreminden sonra adliyeye anca cezaevinde yer bulunabilmesinin açık açık söyledikleri, sürpriz kılmasa gerek ‘Kürt meselesi’nde vardığımız bu ‘kopuş’ çizgisini. Ki, ne keskin bir özet, cezaevine taşınmış adalet.

Tecessüs ile yan yana geldiğinde Ankara’ya giriş mahiyetinde anlamlı bir tebessüm ‘Tebessüm Şehri Pursaklar’ı geçmiş Çankaya’ya gider iken konferansın başlığı sebebiyle takside açılan muhabbetin sonunu “Sağ sol sorunu vardı bitti. Alevi- Sünni vardı bitti. Şimdi Türk-Kürt sorunu var. Orada da insanların derdi yok. Türk Kürt Kardeş” diye getiriyordu taksi şoförü. Önde seyreden taksinin şoförünün çözümüyse sonradan öğrendiğimize göre: “Asalım da kurtulalım.”

Konferansın içinde algılar kelimesinin özel bir yeri olması münasebetiyle yazmayı münasip gördüğüm bu iki algı sonrası gelen Batman’dan Bitlis’e yeni KCK baskınları haberleri, bir senedir yeni bir haber gelmeyen Roboski, Van’dan, Diyarbakır’dan, Cizre’den gelemeyen haberler, BDP’li tutuklu vekiller, tazyikli su sıkılan cenazeler… İncele incele bir pamuk ipliği kalmışsa arada, nereden başlamalı sebepleri aramaya?

İlk günkü konuşmacılardan VAKAD (Van Kadın Derneği) üyesi Zozan Özgekçe neden artık daha radikal olduğunu, bir başka kırılma noktası deprem sonrası Van’da neler olduğunu anlatırken sebepleri de söylüyordu. Ki hepimiz biliyoruz, tanıklık ettik; sade yer değildi sarsılan. Güvenlerin nasıl sarsıldığının bir örneği de, kadınları bilgilendirmeye Sağlık İl Örgütü’nü evlere davet eden VAKAD’ın aldığı “Camide toplanalım. Ne bilelim o evlerin terörist evi olmadığını” cevabı olmalı. Veya bir kadın cinayetine dair bilgi edinmeye aradıkları jandarmanın karakola seslenişi: “Bir kadını gebertmişler burda. Onu soruyorlar.” İşte böyle böyle kopuyor ‘oralar…’

Özgökçe’nin ardından sözü alan, 90’larda ‘oralar’dan sürülmüş, cezaevlerinde çürütülmüş, akrabaları gözlerinin önünde öldürülmüş gençlerden dinlediklerini ‘Bildiğin Gibi Değil’ kitabında anlatmış Rojin Akın’ın anlattıklarına bakılırsa 80’lerden 90’lara ekilenler, 2000’lerde fırtına olarak biçiliyordu. Akın, dönemin gençlerine ‘Fırtına Çocukları’ diyordu.

DUYDER (Toplumsal Duyarlılık Derneği) kurucularından Özlem Öztürk’ün ekrana yansıttığı 2012’de Cizre’de mayına basarak hayatını kaybedenlerin, sakat kalanların, tazminat alanların, almayanların yüzdeleri silinmemişken yüzlerden, bir sonraki panelde Sabancı Üniversitesi’nden Ayşe Betül Çelik’in İzmir’de yapılmış 2011 tarihli araştırmaların yüzdeleri yansıyordu ekrana. Çelik’in ‘Değişen Algılar ve Sivil Toplumun Rolü’ başlıklı sunumunda yer verdiği rakamlar gösteriyordu ki 2009’da başlayan “açılım” kapandıkça, şiddet arttıkça, özellikle büyük şehirlerde Türk-Kürt gerginliği de milliyetçilikle beraber artmıştı. Yaptıkları saha çalışmalarında diyalog gruplarında sık karşılaştıkları ‘Sorunun Kürtlerle devlet arasında olduğu’ söylemlerinin üzerine “Düşmanlık sadece topyekûn savaşa girmek değildir” diyerek 2009’da İzmir’de yapılmış bir başka çalışmadan çıkan sonuçları paylaştı Çelik ki, kopuşa dair hayli bereketli. “Türk/Kürt denince aklınıza gelen ilk üç şey nedir?” sorusuna cevap verenlerin yüzde 40’ının aklına Kürt denince ‘cahil, eğitimsiz, kaba ve geri’ tanımlamaları geliyor. Kürtler’in aklına Türk denince gelense ağalık, mülkiyet, göç, sürgün, baskı/zulüm, güç/kudret. Bu sonuçlar üzerine Çelik’in söylediği Kürtlerin kızgınlıklarının, kırgınlıklarının yöneldiği tek noktanın artık sadece devlet olmadığı.

Bu Kürtler ne istiyorlar?

Konferansın ikinci gününde Hilmi Yavuz’un ‘senin perde perde açarak” şiirinden kopardığım“Her kopuş bir hafakan!” dizesi gezinirken dilimde bir büyük kopuşun simgesi Ankara’da, AKP Milletvekili Orhan Atalay, Şark Islahat Planı’ndan Mecburi İskan Kanunu’na uzun uzun bu yaraya temas ediyor, “Kürt sorunun özü dil sorunudur” diyordu. “Türk’ün de Kürt’ün de sorununun kurucu resmi ideolojinin zihin yapısı olmalı” diyerek farkındalığın hikayeleri bilmekten geçeceğini söylüyordu. Diyarbakır Cezaevi’nden tek bir hikâye duymamış insanların sorunu anlaması imkansızdı.

“Kürdistan demeye gocunmam” diyen bir AKP Milletvekilinin şaşkınlığı içindeyken ben CHP milletvekili Atilla Kart aldı sözü. Alışıldık bir tekrar burada bizi bekliyordu: Cumhuriyet’i tümden infaz etmek sorumluluktan kaçmaktı, sosyoekonomik sebeplere de bakılmalıydı. O kadar da eskilere gitmeli miydik? TBMM’deki vekillerin beşte biri, iş dünyasının dörtte biri Kürttü. Bu rakamların bir anlamı yok muydu?

Olup olmadığının cevabını iki vekilin ortasından BDP vekili Sırrı Süreyya Önder verdi. “Bu Kürtler ne istiyor?” klişe sorusunun cevabını paylaşırsam: “Sana ait bir şeyi değil, doğuştan sahip olduklarını.” İkinci klişe “BDP siyaset yapmıyor” tespitine gelince mesele, bir fotoğraf dolaşıyordu elden ele. Bir gerilla cenazesinde TOMA’ların üzerinden sıkılan tazyikli suların, gazların altında kalmış bir ölüm. İşte bu görüntü Önder’e göre kardeşlik kapısını kapatan son noktaydı. İki senedir şiddet görmeden yasal basın açıklaması yapamayan bir parti, şiddetle arasına nasıl mesafe koyacaktı? Dokunulmazlıkların kaldırılmasına gelince; dokunulmazlık kime lazımsa onlar düşünsündü. Kürtler zaten özgürleşmiş, Kemalist örgütlenmenin yapamadığını yapıyorlardı. Anlamak için kadınlara bakmak yeterdi. “21.yy’de Kürtler bir imkan kapısıdır” diyerek ekledi Önder “Ve bizi de özgüleştirecekler”. Son olarak, iki şeyden geçmişti Kürtler; birincisi korku, ikincisiyse ummak.

“Bir daha asla”

Önder’in konuşması bittiğinde Özgür Sevgi Göral’ın sunumunu düşündüm Ernest Bloch’un umut ilkesi eşliğinde. 30 yıl izledik bu savaşı diyordu Göral. Rakamlara, görüntülere indirdik. Türk sağından ödünç alınmış “Biz bize benzeriz. Sorunlarımız bize hastır” argümanıyla konuştuk. Oysa o kadar da kendimize has değildik. Apartheid’dan IRA’ya geniş geniş tartışabilirdik. Göral’a göre beklenildiği gibi bir büyük barışma anı olmayacak, süreç kırılmalarla devam edecekti.

Yapılması gereken mücadele biçimlerini yeniden kurmaktı Güney Amerika’daki gibi ‘Bir daha asla’ diyerek. Türkiye 10 yıl önceki Türkiye değildi. Bir hatırlama enflasyonu vardı da, hatırlama adabı da önemliydi. Nasıl hatırlayacaktık?

Melankoli ve kızgınlığın yanında bir alan açmalıydık. Göral’ın altını çizdiği önemli bir nokta da alternatif kahramanlar yaratmaktı. Mesela ‘işkence yapılmadı’ raporunu vermeyen doktor kahramanlaştırılmalıydı. Ayhan Çarkın’ın itiraflarında da okuduğumuz bütün o direniş sloganı atarak ölenler kahramandılar. Evet, ‘Evet’ diyenleri çok konuşmuştuk, çok dinlemiştik. Artık itiraz edenlere bakmalıydık. Elbette Ernest Bloch’un umut ilkesini hatırlayarak.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp