Top
Berrin Karakaş

Berrin Karakaş

karakasberrin@gmail.com

13/09/2012

Savaş bu yüzden bitmiyordu...

Geçen sene aralık ayında KCK operasyonları Kürt basınını vurup gazeteciler gözaltına alındığında Taksim Meydanı’ndan Galatasaray’a ‘Özgür Basın Susturulamaz’ sloganıyla çoğunluğu gazeteci yüzlerce kişi yürümüştü İstanbul’da. (Okuduklarımıza göre Ankara’da da) Aradan geçen zaman neredeyse bir seneye yaklaşırken, cumartesi bir protesto eylemi daha düzenlendi aynı güzergâhta. Geçen seneki eylemin coşkulu kalabalığı yoktu bu defa. Bu defa yürüyüşe de izin yoktu. Tepelerinde fallik fallik döndürülen uzun ince Toma kamerasının altında, dört yanlarında joplar silahlar, ellerinde Türkçe Kürtçe dövizler oturmak kaldı meydana çıkanlara.

Pazartesi, davanın görüldüğü devasa Çağlayan Adliyesi’nin minicik bir salonunda bazıları izleyici koltuğunda, bazıları tutuksuz sanık koltuğunda, bazıları avukat koltuğunda oturuyorlardı. Tepelerinde bu defa yargının gözleri ve bir gün sonra protesto alkışları tutan izleyicileri tespit edecek bir başka kamera sistemi vardı. Bir gün sonra Mahkeme Başkanı, bu kamera sisteminin de kaydettiği gibi, oturduğu yerde oturmayan izleyiciler sebebiyle davaya ‘seyircisiz devam edilmesi’ kararını aldı. Kameralardan tespit ettikleri alkış tutanlara, suç duyurusunda bulunulacağını açıkladı.

* * *

İzleyicisiz geçecek dava günü, kuvvetli bir gösteren olarak 12 Eylül’ün yıldönümüne rastgelerek bir kez daha bu ülkede alkışın protesto işlevine yer olmadığını gösterdi, köklere işaret etti. O kökleri şevkle alkışlayanların azaldığı varsayılan 2012’de, 12 Eylül’ün 32. yıldönümünde izleyiciler izleyebilselerdi şayet bu davayı, aynı çürümüşlük kokusunu alacaklardı. Keza bu süre içinde aynı siyasi akıl akıllara yatırılmış, ruhlara kazınmış, adalet terazisinde en büyük yeri yine kendine ayırmıştı. Bu sebeple alkış protestolara değil, toplu konut açılışlarına, rezidans açılışlarına, AVM açılışlarına, seçim meydanlarında atılıp tutulanlara tutulursa ne alaydı da, AVM’leri inşa ederken ölen işçiler için, dereleri dünyanın hırsına kuruyup gitmesin diye direnen köylüler için, eşit parasız eğitim istediğinden hapishanelerde eğitilen öğrenciler için, yıllardır yaşadıkları baskıyı artık yaşamamaya direnen halklara destek için atıldığında yasaklar vardı. Onlar belalarını bulacaktı. “Şiddetin ne hoş ne güzel şefkatin” diyenlereyse, her yol mübahtı.

Mahkemeler böyle izleyicisiz kaldıkça ve de çoğalıyordu tüm bu olup biteni sadece izleyenler. Bir yaşam biçimi, bir insanlık görevi olarak sade izlemekten rahatsızlık duyanlar, ‘at sineği’ Sokrates’in yolundan giderek doğruyu bilmenin yetmediğine, bildirmek de gerektiğine inananlar mahkemelerden çıkarılsın, üniversitelerden, Meclis’ten, gazetelerden çıkarılsın… Bu davanın izleyicileri salondan çıkartıldılar çünkü, hukuk bir kez daha ‘özel durumlar gereği’ ıskartaya çıkartılmıştı.

* * *

Mahkeme Başkanı daha davanın ilk dakikalarında, ertesi gün usule dair çok söz aldı diye susturacağı avukat Baran Doğan’ı küçük bir dil sürçmesi sonucu sanık olarak tanımlamıştı. Baran Doğan bu akla sanıktı evet. “Hukuk sade karar vermek değildir, üretmektir de” diyordu çünkü. “Çözülmeyen sorunları mahkemelerde kapatmak değil, çözmektir.“ diyordu. Sadece yargının bilincinin altı değildi böyle kaynayan. Aynı ateş ertesi gün tutuklu gazetecilere desteğe gelmiş bir vekilin çanta markasını, diğerinin deniz kenarı sefasını ‘Dağda kucak plajda yatak’ diye anonslatıyordu sözde gazetecilere. Savaş bu yüzden bitmiyordu.

* * *

Davanın ilk günü mahkeme başkanı vicdan kelimesini yanlış yazan kâtibi düzeltiyordu ‘Ç’yle değil c’yle diye. Vicdan da işte, anca tutanaklarda doğru yazılmasına çaba gösterilen bir bilinmeyendi oralarda hala…

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp