Top
22/01/2016

"Adalet ve Kalkınma Partisi"nin adaleti...

16 Ocak 2016 Cumartesi

Dün gece İstanbul’dan Ankara’ya geldim. Sabah CHP kurultayına katıldım.

Geçen kurultaylara delege olarak katılmıştım. Artık –eski görevlerimden kaynaklanan sıfatımla- ‘onur üyesi’ olarak davet ediliyorum.

Onur üyelerinin söz hakkı var. Ama oy hakkı yok. Kurultaydaki oylamaları sadece ‘gözlemci’ olarak izleyebiliyorlar.

Ben de elimden geldiği kadar ‘gözlem’ yaptım. Gözlemlerimin özeti şöyle:

‘CHP kurultayı’, Türkiye’nin ‘en demokratik parti kongresi’ olmaya devam ediyor. Delegelerden her isteyenin söz hakkı var. Talep çok olduğu için o hakkı kullanmanın süresi kısa oluyor. Ama o hakkı kullananlar o kısa süreler içinde de görüşlerini özetleyebiliyor. (Bence, o süre daha da uzatılabilir. Gerekiyorsa kurultay günlerine bir gün daha eklenebilir.)

Ancak, tabii, şu da var: CHP yöneticileriyle konuşurken, bu ‘süre kısalığı’nı eleştirirseniz, onlar da size, iktidar partisinin bu konudaki durumunu hatırlatıyorlar.

Bu da yadsınamaz bir gerçek: Bugünün iktidar partisinin herhangi bir büyük kongresinde acaba, parti lideri dışında herhangi bir kongre delegesinin istediği gibi söz alıp konuşabildiği görülüyor mu?

İktidar partisi dışındaki partilerin çoğunda da durum aynı. Büyük kongreleri, genel başkanın konuşmasıyla başlıyor, genel başkanın seçiminin oybirliğiyle yenilenmesinden sonra, parti yönetimine de, genel başkanın listesinin ‘aynen’ seçilmesiyle bitiyor.

***

CHP’nin cumartesi-pazar günkü kongresindeki seçimlerdeki durum ise, ‘CHP’ye özgüydü.

Genel başkan seçiminde Kılıçdaroğlu’na karşı olanlar, bunu oylarıyla ifade ettiler. Tek aday olduğu halde, Kılıçdaroğlu’nun gerek kendisine, gerek listesine karşı oy verdiler.

Parti Meclisi seçiminde kullanılan liste, ‘çarşaf liste’ydi. 60 üyenin seçileceği seçime katılan aday sayısı 572’idi. Genel başkanın da anahtar listesi vardı, başka adayların da... Genel başkanın listesinde yer almayan adaylardan da 20’ye yakını Parti Meclisi’ne üye seçildi.

Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasına gelince...

Kılıçdaroğlu, ülkenin sorunlarının pek çoğuna ve çözüm yollarına değinen kapsamlı bir konuşma yaptı. Partisinin çeşitli konulardaki görüşlerini yeniden özetledi. Fakat söylediği sözlerden en fazla ilgi çekenleri, doğal olarak, iktidara yönelttiği eleştirilerdi. O eleştirilerin yankıları, belli ki, önümüzdeki günlerde devam edecek.

17 Ocak 2016 Pazar-18 Ocak 2016 Pazartesi...

Kurultayın ilk gününden sonra İstanbul’a döndüm. Pazar akşamı CNN Türk’teki ‘Sağım Solum Tarih’ programına katıldım. Konu, orada da CHP kurultayıydı.

Taha Akyol ve Mehmet Alkan’la birlikteki ekibimize Tarhan Erdem de konuk olmuştu. Tarhan Erdem, benim -1999-2000 yıllarındaki- CHP Genel Başkanlığım sırasında, partimizin genel sekreteriydi. Program yönetmenimiz Onur Akhan o dönemden görüntüler de hazırlamış... Dört konuşmacı bir arada, o zamanları da andık ama, asıl, siyaset hayatımızın geleceği üzerinde tartıştık. Kaygılarımızı ve umutlarımızı dile getirdik.

Kaygılarımızın nedeni ülkemizdeki terör olaylarının tırmanmasıyla birlikte, demokratik ilkelerin ve geleneklerin uğradığı sarsıntılardı.

O sarsıntılar arasında da, akla gelen konulardan biri, geçen yazımda değindiğim bildiriye karşı hareketlerdi. 1128 akademisyenin imzaladığı bildiriye iktidar tarafından gösterilen ölçüsüz tepkilerdi.

O bildiriyi, önce Cumhurbaşkanı, sonra Adalet Bakanı ağır sözlerle suçlamışlardı. O suçlamaları, daha birçok AKP ve hükümet sözcüsünün aynı yöndeki demeçleri izlemişti.

O demeçlerden bazılarından alıntıları yayınlamıştım. Daha sonra o demeçlerin sayıları artmış, üslupları daha da sertleşmişti. Konu, CHP kurultayında da gündeme girmişti. Genel Başkan Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı ile AKP sözcülerinin o konudaki tutumları hakkındaki görüşlerini dile getirmişti. O arada Erdoğan’ın akademisyenler için kullandığı ‘aydın müsvetteleri’ sözüne karşı, Erdoğan için ‘Diktatör bozuntusu’ sözünü kullanmıştı.

Pazartesi gününden itibaren, AKP’nin Meclis’teki ve basındaki sözcüleri tarafından, bu defa Kılıçdaroğlu’nun konuşmasına karşı bir suçlama kampanyası başlatılmıştı. Arkadan da savcılar harekete geçmişti.

Savcılara paralel olarak, üniversitelerin organlarından üniversite içi soruşturmalar da sürdürülüyordu.

O soruşturmalara paralel olarak da AKP sözcülerinin hücumları, tırmandıkça tırmanıyordu.

21 Ocak 2016 Çarşamba...

O tırmanış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Köşk’te yaptığı ‘muhtarlar toplantısı’nda söylediği sözlerle yeni bir zirve yaptı. Erdoğan, gerek Kılıçdaroğlu’na, gerek akademisyenlere, benzerleri kendi konuşmalarında bile işitilmemiş derecede ağır kelimelerle hücum etti.

‘Çirkeflik’, ‘ahlaksızlık’, ‘lümpenlik’, ‘ihanet’ gibi lafları arka arkaya getirdi...

“Neresinden tutsan elinde kalacak”, “Karın ağrısını ortaya dökerim ama...”, “O akademisyen geçinen lümpenlerden tiksiniyorum”, “Bu aydın müsveddeleri çeyrek porsiyon bile etmez”, “Bunlar ihanet çukurunda çırpınacak...” gibi ifadeler sıraladı...

***

Benim, tabii, yaşım gereği, aklıma gelen ilk soru şuydu: Acaba demokratik siyasi hayatımızda bu ölçüde gerginleşmiş veya gerginleştirilmiş bir dönem var mıydı?

Şiddetli tartışmalar, ağır sözler, hatta bazen kavgalar... Bunlar, elbette her dönemde vardı. Örnekleri bir film gibi gözümün önünden geçiyor. Ama o filmin hiçbir bölümünde bugünkü duruma benzeyen sahneler yok.

Hele yüksek mevkilerdeki siyasetçilerin, hedef aldıkları kişiler için o ağır sözleri söylemekle de yetinmeyip, ayrıca hakaret davaları açtırdığının örneklerine de rastlamak güçtür. Üstelik mahkemelere mesaj olarak algılanabilecek sözler söylediklerinin örneklerine de...

Anayasa’nın 138’inci maddesi, sadece Cumhurbaşkanı’nın değil, devletin hiçbir yetkilisinin hâkimlere -sadece emir ve talimat vermesine de değil- tavsiye ve telkinde bulunmasına bile izin vermez. Maddenin ikinci fıkrası şudur:

“Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez. TAVSİYE VE TELKİNDE BULUNAMAZ.”

Maddedeki ifade yeterince açıktır.

Hal böyle iken, devletin ‘Adalet’ konusundaki ‘en yetkili’ bakanı başta olmak üzere üst düzeydeki birçok kişisi, sözü geçen bildiriyi imza eden akademisyenlerin ‘suçlu’ olduğunu ilan ediyor.

Devletin en yüksek mevkiindeki Cumhurbaşkanı’nın aynı konuda söylediği cümleler ise, bu yazıya sığamayacak kadar çok. Birkaçını bir kere daha hatırlatalım:

- “Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız karanlık.”

- “Bunların haddini bilmesi lazım.”

- “Buradan hükümetimize, bakanlıklarımıza, ilgili tüm kurumlarımıza çağrıda bulunuyorum. Bu devlete düşmanlık eden herkes, hiç vakit kaybedilmeksizin en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır.”

***

Özetle: Ülkemizde, yapılan açıklamaları, konuşmaları, yayınlanan bildirileri beğenmeyen devlet adamlarımız, onları yazıp imzalayanları çok ağır sözlerle kınayabiliyorlar.

Bununla da kalmıyorlar. Onlar hakkında savcılara suç duyurusunda bulunabiliyorlar. Mahkemelerde dava açabiliyor ve/veya açtırabiliyorlar.

O açıklamaları yapan, yazan, imzalayanlar veya onların ‘görüşlerini açıklama’ hakkını Voltaire gibi savunanlar, o suçlamalara, kınamalara cevap verirlerse, haklarında hem “Cumhurbaşkanı’na hakaret etti” diye dava açılıyor, hem de, yeni bir hakaret bombardımanına daha uğruyorlar.

O yeni bombardımana karşı yeniden seslerini çıkarırlarsa, hem haklarında yeniden dava açılabiliyor, hem de yeni yeni hakaretlerle karşılaşıyorlar...

Bu düzenin adı da ‘adalet’ oluyor. ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’nin adaleti...

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp