Top
Ali Kayalar

Ali Kayalar

akayalar@hdn.com.tr

23/02/2016

Veysel Atayman'ın ardından... "Yaşam değil, hayat lan, hayat"

Dünya büyük bir aydınlanmacı entelektüele, Umberto Eco’ya yazıp çizdiklerine tekrar bakarak, dediklerini yeniden anlamaya çalışarak veda ederken, onu nasıl tarif edeceğini bilemedi.

Romancı, filozof, müzisyen, akademisyen, radyocu... Hiçbir yerde durmadığı, sürekli hareket ettiği için onu tam olarak nereye koyacağını bilemedi kimse.

Eco’dan iki gün sonra, hayatını aydınlanmaya ve etrafını aydınlatmaya adamış, en az Eco kadar yerinde duramayan, onla kıyaslanır derecede bir açlıkla dünyaya yüklenen bir aydını ve tanıyan herkesin üzerinde anlaştığı üzere rengarenk, otorite düşmanı, harika bir adamı, Veysel Atayman’ı kaybettik.

İzlemeye bayılırdı. Onu belki en çok sinema yazılarından biliyorsunuz ama sadece filmleri değil, biyolojiyi, evrimi, felsefeyi, politikayı, illa ki Samatya’yı derin derin izlerdi.

Her temas, her karşılaşma, her yazı, her film, her buluş, her başarısızlık, her “enayilik”, Atayman için yeni bir şey öğrenme, öğrendiğini masaya atıp kim neresinden çekiştirecek diye merakla izleme fırsatıydı.

Kadıköy’deki iki oda bir salon yayınevindeki darmadağın odasına girdiğinizde, onu önünde aynı kitabın Almancası, İngilizcesi, sözlükler yığılı halde bulabilirdiniz. Türkçe çevirilerin çıkışları genellikle hocanın rengarenk fosforlu kalem darbeleri, tükenmez kalem notları altında iyice ezilmiş olurdu.

Alın size bir ders fırsatı:

“Bizde Rusça kitapların İngilizceden çevrilmesine burun kıvırırlar. Ulan, ülkede doğru düzgün bir avuç Rusçadan çevirmen var zaten; her şeyi onlar mı çevirsin! Batı bu metinleri 100 senedir, 150 senedir çeviriyor. Bir sürü çeviri sorunu çözmüşler, her şeyi yerine oturtmuşlar. Her yeni baskıda çeviriye bir şey katmışlar. Buna saygı duymamak ukalalık olur.”

Eski ve kötü çevirilere de hakkını teslim ederdi:

“El yordamıyla bir şeyler yapmaya çalışmışlar, helal olsun” diyerek.

Ders kısa sürerse, “Bir bira atalım” derdi. Nerede?

Kadıköy’de dandik bir yer. Ama belirli bir masa. Yüksek masanın yanında, dosya kağıdından küçük bir Yılmaz Güney fotoğrafı asılı. “Burada oturuyorum hep, Yılmaz’la.”

Buyurun size ikinci ders:

“Burada, Batı’dan ithal ettikleri, artık miadını doldurmuş tartışmalarla hepimizin üzerine bir kültür hiyerarşisi kuruyorlar. Bize, sürekli sen sinemadan, romandan, hatta hayattan anlamazsın, bu işler senin mesajı veriyorlar, Bunu kabul etmemek lazım.”

Nefret ettiği yayınevleri vardı, uzak durduğu kültür sanat tartışmaları vardı.

Evrensel’in pazar ekinde, yıl sanırım 2000’di, İKSV Istanbul Film Festivali öncesinde kapağı ona ayırmıştık. Neredeyse baskı saatine kadar bekledik. Gelen yazı, “Boş verin festivali, kendi yolunuzu takip edin, paranız yetmezse Kadıköy’de harika korsan CD’ciler var” diyordu.

Elbette, vazgeçilmezleri Stanley Kubrick’li, Theodoros Angelopoulos’lu bir yazıydı. Yalan yok, ters köşeye yatırmayı severdi.

60 yaşından sonra onlarca klasiği bir daha okudu, eline gelen çevirileri satır satır düzeltti. “İnsan klasikleri hayatının üç döneminde okumalı” diyen ekoldendi. O kitaplara yazdığı önsözler toplanıp ayrı kitap yapılsa ortaya eşsiz bir antoloji çıkar.

Yine o dönemde, kanseri ayaklarının altında ezdi.

En ünlü online kitap sitesine girin, 130 kitapta adı geçiyor, yazar, çevirmen ya da editör olarak. Çok daha fazla kitapta ismi, daha önemlisi, büyük emeği var. Çevirdiği “Dinozorların Sessiz Gecesi”nde evrim, derlediği “Hukuk Felsefesi"nde adalet, yazdığı “Altılının Son Ayağı”nda İstanbul bulacaksınız.

Şimdi, haberler “yaşamını yitirdi” yazıyor. Okusa ne küfrederdi. “Yaşam değil, hayat lan, hayat” derdi. Hayatı, onun gerçek tarafını çok severdi.

Hayat en çok da birlikte üretmek demekti. Pek çoğumuz onun uzattığı bu çetin kabuklu meyvenin kıymetini bilemedik. Oysa bu düzene “kuyruğu dik tutmak lazım”dı, “paçayı kaptırmamak lazım”dı, o yüzden birlikte üretmek lazımdı.

 

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp