Top
Ahmet İnsel

Ahmet İnsel

ahmet.insel@radikal.com.tr

04/11/2014

Güvenlik devleti ihya edilirken

Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) toplanmasından bir hafta önce toplantıda konuşulacak konuların cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirilmesi, bu konuda bir kamuoyu beklentisi yaratılması unutmaya başladığımız bir uygulamaydı. 1990’ların Türkiye’sinde, bakanlar kurulu toplantıları değil, MGK’nın aylık toplantıları siyasal gündemin ana konusu olurdu.

Tayyip Erdoğan, ilk kez başkanlığını yaptığı son MGK toplantısına büyük önem atfederek ve bu toplantının kendisi açısından stratejik olan ana gündem maddesini haftalarca önce ilan ederek, 1990’ların olağanüstü tehlikeler karşısında sürekli teyakkuz halinde olunmasına dayanan güvenlik devleti hatırasını horlattı. Sadece hatırasını hortlatmakla kalmadı, güvenlik devletinin merkezine kendini yerleştirdi. Kendisi ve yakın çevresine yönelik suç iddialarının bastırılıp, sindirilmesine odaklanmış, dolayısıyla esas itibarıyla özel amaçlı bir güvenlik önlemi için güvenlik devletinin kurumlarını yeniden siyasetin merkezine yerleştirdi. Bu tür arayışların benzerlerini 1990’larda iktidarda blokları içinde epey sık görmüştük. Vahim sonuçlarını da hafızamızda kazılı duruyor.

Son MGK toplantısı, hükümetin üstünde yer alan bir siyasal karar alma makamının meşruiyetinin yeniden canlandırılmasına ve pekiştirilmesine vesile olduğu için, Türkiye Cumhuriyeti’nin kadim yönetim geleneğine dönüşü simgeliyor. Cumhurbaşkanı, MGK toplantısında alınacak kararların hükümete tavsiye olarak geleceğinin, bunların 2015’i beklemeden Milli Güvenlik Siyaset Belgesine dahil edileceklerinin şahsen altını çizerek bunu daha da güçlendirdi. 1990’lardan alışık olduğumuz manzara, MGK’nın bir iç hükümet olarak siyasi karar sürecinde merkezi bir yere konumlanmasını Süleyman Demirel’in yönetmesi ve generallerin bol bol konuşmasıydı. Bu kez süreci Tayyip Erdoğan yönetirken, generallerin, hükümetin, bakanların yerine sadece kendisi konuşuyordu. Tayyip Erdoğan, milli güvenlik devletinin gizli anayasası konumunda olan Kırmızı Kitap gibi bir belgeye hükümran konum atfederek, demokratik yapılanmada yeri olmayan bir uygulamayı yeniden canlandırdı.

Bütün bunların, Tayyip Erdoğan’ın hükümdarlıkla, AKP’nin devletle bütünleşmesinin bir sonucu olduğu düşünülebilir. Ama galiba, önümüzdeki vakayı yaratan neden daha basit: İktidarda kalma arzusundan öte, iktidarı kaybetmenin sonuçlarından duyulan endişe. İktidardaki siyasal oluşumların doğal olarak taşıdıkları bir iktidarı kaybetme endişesini kat be kat aşan, iktidarı kaybetmenin çok ciddi bir hesap verme sürecine yol açacağı endişesiyle dağlanmış bir korkunun izleri seziliyor MGK ve Kırmızı Kitaba sarılmadaki bu telaşın arkasında.

MGK’nın kaldırılmasını, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gibi asli siyasal karar organları olan hükümet ve parlamentoyu vesayet altına alan uygulamaları lağvetmeyi savunmuş bir siyasal parti, bugün bu kurumları bir savunma kalkanı olarak kullanmakta bir sakınca görmüyor. Paralel yapıyla mücadele kod adı altında, otoriter devlet geleneğinin eski reflekslerini canlandırarak, örneğin hem dini cemaatlerin yeniden potansiyel suçlu konumuna gelmesini, hem de KCK yapılanması gibi iktidarın makbul addetmediği siyasal yapılanmaların devlet için asli tehdit unsuru olarak tescil edilmesini TSK komutanlarından talep ediyor. Bu konuları MGK’ya taşıyarak, MGK’nın asli karar organı olma niteliğini canlandırıyor.

Halbuki polis ve yargı içinde suç işlemiş, yetkisini suistimal etmiş kişilerin cezalandırılması için ne MGK kararına ihtiyaç var ne de Kırmızı Kitap’a. Ama bu kişilerin eylemlerinin mahkemelerde olağan koşullarda yargılanması değil Tayyip Erdoğan ve şürekasının amacı. Şeffaf ve adil yargılanma ilkelerine riayet eden böyle bir yargı sürecinin, sadece zanlıların işledikleri suçların ortaya dökülmesiyle sınırlı kalmayacağını, başta eski başbakan olmak üzere, AKP iktidarının birçok sorumlusunun da işlenmiş bu suçlara yardım ve yataklık yapmış oldukları, sç işlendiğini bilmelerine rağmen bunu sakladıkları ve hatta suç işlenmesi emrine ortak oldukları gerçeğinin ortaya çıkacağını biliyorlar. Bu nedenle Gülen cemaatine ve belki bu vesileyle başka cemaatlere ve oradan da yayılarak, AKP iktidarını rahatsız eden başka sivil toplum oluşumlarına yönelik bastırma ve sindirme operasyonunu olağanüstü hal ortamında uygulanmasına özellikle çabalıyorlar.

Bugün tüm demokratların, özgürlükçülerin ve başta ana muhalefet partisinin, bu güvenlik devleti anlayışına dönüşe kararlılıkla karşı durması günüdür. Nasıl 28 Şubat’ta alınan tavırlar daha sonra Türkiye’de demokrat olmanın önemli bir turnusol kağıdı işlevini görmüşse, bugün de AKP’nin güvenlik devletini ihya etme girişimine karşı durmak, Kürt sorununun barış içinde çözümünü desteklemek gibi demokrat olmanın birkaç asli göstergesinden biridir. Türkiye toplumunun siyasal ve iktisadi olarak son 15 yılda yaşadığı dönüşüm eğer bir gerçekse, bu güvenlik devletine yeniden dönüşü kabul etmeyecek, 28 Şubat’ta olduğundan çok daha geniş bir toplumsal taban bugün vardır. Toplumun güvenlik taleplerini küçümsemeden ama bunu devletin ve sonuçta iktidardakilerin güvenliği olarak değil, insanların barış içinde ve özgürce yaşama güvenliği talebinin ifadesi olarak, eşitlik ve özgürlük talepleriyle birlikte siyasal alana taşımak, bugün tüm demokratların omuzlarında taşıdığı bir sorumluluktur. Kendini korumak için güvenlik devletini ihya eden Erdoğan-AKP iktidarına karşı demokrasi mücadelesinin asli taleplerinden biri, MGK’sı ve gizli anayasası olmayan demokratik Türkiye’dir.


http://www.radikal.com.tr/122365612236560

YORUMLAR

Bu habere henüz yorum yazılmamış.