Top
Sedat Ergin

Sedat Ergin

sergin1@hurriyet.com.tr

15/02/2022

Ukrayna krizinin bu noktaya gelmesinde kimlerin ne kadar günahı var?

Bu, ABD’nin geçmişte izlediği politikaları kuvvetli bir şekilde eleştiren, bugünkü tablodan belli ölçülerde ABD’yi sorumlu tutan, aynı zamanda gelinen noktada Rusya’nın silah zoruyla şantaja başvurmasının sorunu daha da zorlaştırdığı tezini savunan bir yazı.

Makale ABD’nin en itibarlı üniversitelerinden Harvard’ın uluslararası ilişkiler alanında tanınmış hocalarından biri olan Prof. Stephen Walt tarafından kaleme alınmış. Prof. Walt, ABD’de uluslararası ilişkiler disiplininde gerçekçilik ekolüne mensup kanaat önderleri arasında önemli konuma sahip bir akademisyen.

Kendisinin geçen ay ABD’nin dış politika alanındaki önde gelen dergilerinden “Foreign Policy”’nin web sitesi için kaleme aldığı yazı, “Ukrayna Krizine Liberal Yanılsamalar Yol Açtı” başlığını taşıyor. Alt başlığında da şöyle deniyor:

“Rusya’nın muhtemel bir işgalinin en büyük trajedisi şudur: Aslında bu noktaya gelinmesi kolaylıkla önlenebilirdi.”

NATO, ADIMLARINI RUSYA’NIN NASIL OKUYACAĞINI ANLAYAMADI

Prof. Walt, Ukrayna krizini değerlendirirken temel sorunu, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra özellikle ABD ve Avrupalı müttefiklerin gerçekçilikten ayrılıp “Kibir, hüsnü kuruntu ve liberal idealizme teslim olmaları”nda görüyor.

Ona göre bu yola girmek yerine gerçekçi bir şekilde hareket edilmiş olsaydı, Rusya Kırım’ı da hiçbir zaman işgal etmeyecek ve Ukrayna bugün çok daha güvenli bir ülke olacaktı.

ABD’li profesör, en büyük hatalardan birinin NATO’nun Avrupa’daki genişleme politikasında yapıldığını belirtiyor. 

İlginç bir nokta, ABD ve NATO genişleme politikasına yöneldiğinde ABD’de eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger da dahil olmak üzere kalbur üstü pek çok dış politika şahsiyetinin, o dönemde “Rusya’nın NATO genişlemesini kaçınılmaz bir şekilde tehdit olarak göreceği ve sonuçta Moskova ile ilişkilerin zehirleneceğini” belirtmiş olmalardır. (Kissinger sonradan tutum değiştirmiş.)

Prof. Walt, ABD ve NATO cephesinde genişleme sürecini savunanlar demokrasiyi ve barışı yaymak gibi iyi niyetli düşünceler taşısalar da, burada kritik meselenin sahip olunan niyetlerden çok “Rusya’nın bu niyetleri nasıl okuyacağı sorusu” üzerinde belirdiğine dikkat çekiyor.

NATO 16 ÜLKEDEN 30 ÜLKEYE ÇIKINCA...

Geriye dönüp baktığımızda, Soğuk Savaş’ın 1990’lı yılların başında sona ermesinden sonraki dönemde NATO’nun Avrupa coğrafyasında yüzölçümü olarak doğuya doğru etkileyici bir genişleme gerçekleştirdiğini görüyoruz. Berlin Duvarı 1989 Kasım ayında çöktüğünde 16 müttefikin bulunduğu NATO’nun üye sayısı bugün 30’a çıkmıştır.

Genişleme, önce iki Almanya’nın birleşmesi sonucu eski Doğu Almanya topraklarının da NATO bölgesine dahil olmasıyla başlamış, ardından 1999’da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya ittifaka katılmıştır. Bunu izleyen 2004’teki dalgada Litvanya, Estonya, Letonya, Bulgaristan, Romanya, Slovakya ve Slovenya yer almıştır.

NATO genişlemesinin sonraki halkaları 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ ve 2020’de Makedonya’nın ittifaka dahil olmalarıyla devam etmiştir.

Burada kritik olan soru, 2008’de düzenlenen NATO’nun Bükreş Zirvesi’nde ilke olarak ittifaka davet edilmeleri kararlaştırılan Ukrayna ve Gürcistan’ın  NATO’ya katılımlarının ne zaman gerçekleşeceği, daha doğrusu artık gerçekleşip gerçekleşemeyeceğidir.

RUSLAR APTAL YERİNE KONULDUKLARINI DÜŞÜNDÜLER

Prof. Walt, Rusya’nın meseleye bakışını anlamak açısından bir dizi kırılma noktasının altını çiziyor. Bunlardan biri, dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorboçav ile 1990 yılı şubat ayında yaptığı görüşmede ABD adına verdiği öne sürülen taahhütlerin tutulmadığı yolundaki tartışmadır.

 ABD’li yazar, Baker’in iki Almanya’nın birleşmesi sonucu Doğu Almanya’nın da NATO’ya dahil olmasından sonra ittifakın doğuya doğru daha fazla genişlemeyeceği yolunda bir güvence verdiğini, ancak Gorbaçov’un hatasıyla bunun kâğıda dökülmediğini belirtiyor. (Baker, böyle bir taahhütte bulunmadığını beyan ediyor.)

Yazar, bu hadisenin ardından iki olayın daha Rusların düşünce tarzında belirleyici olduğu görüşündedir. Birincisi, ABD’nin 2003 yılında uluslararası hukuku hiçe sayarak Irak’ı işgal etmesidir. İkincisi ise Obama yönetiminin 2011 yılında Güvenlik Konseyi kararının tanıdığı yetkinin sınırları dışına çıkarak Libya lideri Muammer Kaddafi’nin devrilmesinde oynadığı roldür.

Prof. Walt’a göre, bütün bu hadiseler Ruslarda “aptal yerine konuldukları” kanaatinin yerleşmesine yol açmıştır. Bugün Rusya Lideri Vladimir Putin’in Ukrayna ile ilgili yazılı garantiler için ısrarlı olmasının gerisinde ABD’nin bu sicili yatmaktadır.

NATO’nun benimsediği ittifaka yeni üyelerin alınmasına dönük “açık kapı” politikasının Rusların kaygılarını daha da artırdığını söylüyor Prof. Walt. Bu çerçevede en son 2008 yılında Bükreş zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın da üyelikleri yolunda alınan ilke kararını da “ahmakça” buluyor. Dönemin ABD’nin 2009-2013 yılları arasındaki NATO Daimi Temsilcisi Ivo Daalder’in bu kararı “NATO’nun en büyük günahı” olarak nitelendirdiğini hatırlatıyor.

YA RUSLARIN SİLAH ZORUYLA ŞANTAJ STRATEJİSİ...

Peki Rusların hiç mi kabahati yok? Amerikalı yazar, yazının sonunda Rusya’nın günahlarını da sıralıyor.

Ukrayna’da 2013 ve 2014’teki olaylardan sonra meydana gelen iktidar değişikliğinde gösterilerin gerisinde Batı parmağını görmeleri Rusların “renkli devrim” korkularını daha da kökleştirmiştir. Rusya, bu hadiselere 2014’te Kırım’ı işgal ederek ve Ukrayna’nın doğu bölgelerindeki ayrılıkçı grupları destekleyerek karşılık vermiştir.

Rusya Ukrayna’nın parçası olan Kırım’ı işgal ederken, 1994 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı çerçevesinde altına imza attığı bir taahhüdü de çiğnemiştir. Rusya, “Budapeşte Mutabakatı” olarak adlandırılan bu anlaşmayla, Ukrayna topraklarındaki nükleer silahların çıkartılması karşılığında bu ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit etmeyeceği ve askeri güce başvurmayacağını taahhüt etmişti.

Prof. Walt’a göre, son olarak Putin’in de “silah doğrultup” şantajla ödünler almaya çalışması sorunu daha da çözümsüz hale getirmiştir. Çünkü Rusya’nın taleplerinin bir bölümü makul bulunsa bile ABD ve NATO’nun da şantaja direnmek için makul nedenleri vardır. Dünyada her devletin kendi başına kaldığı bir durumda, şantajın mümkün olabileceği yolunda bir işaret verilirse, bu şantajcıları daha fazla talepte bulunmaya teşvik edebilir.

Sonuçta, bütün bu olayların bir araya gelmesinin sonucu olarak karşımızda Avrupa kıtasında Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra yaşanan en ağır kriz var. Burada ortaya çıkan kilitlenmenin aşılıp aşılamayacağı sorusu ayrı bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp