Top
20/06/2022

Sınıfsal İslamofobi

B.

İnsanlık tarihinin geride kalmış istasyonu, çoktan aşılmış bilinç düzeyi, izah edilemez şeylerin yalancı izahı...

19. yüzyıl Avrupa'sının sıradan bir radikal pozitivisti dini bu çerçevede tanımlardı.

August Comte'un birinci safha olarak adlandırdığı, bilimin henüz ortaya çıkıp gelişmediği dönemlerin ürünü, taşa toprağa tapmaktan, bilinmeyen bir tek Tanrı'ya tapmaya kadar kendi içinde çeşitli kademeleri olan bir şeydi dindarlık. Ancak bunu aşarak dünyaya ve insanlığa hizmet edilebilir refah ve barış getirilebilirdi.

II. Dünya Savaşı'nda 50 milyon insan öldürdü bu pozitivistler ve sadece kendileri inanmakla kalmayıp, bizleri de inanmaya mecbur etmek istedikleri bu saçma sapan iddialarının ne kadar boş olduğu ortaya çıktı.

Din o kadar da hafife alınır bir şey değilmiş dediler ve Habermas post-seküler durumdan bahsetti.

Yalnızca cahillerin ve acizlerin işi değildir inanmak. Fakat aynı zamanda cahillerin ve acizlerin işidir de, meğer ki bunlar da insandır.

Batı'dan esen bu pozitivist rüzgarlar, ki en olgun meyvesini Abdullah Cevdet suretinde henüz 19. Yüzyıl'da vermişti topraklarımızda, iddialarının ne kadar saçma ve temassız olduğu ortaya çıktıktan sonra dahi tortularını başımıza bela etmeye devam etti.

Ancak bir salyangozun kara lahana yaprağında bıraktığı iz kadar ışıltılı, ancak bir o kadar da insanın iştahını kaçıran bir şeydir bu tortuların bizlere vaaz ettiği dünya görüşü.

Her neyse, mesele değil. Onlarla fikri bir tartışmaya girecek değilim; zira burada bir fikir yok! Bu bir inanç meselesidir. İnanmak kabiliyetini kendi elleriyle törpüleyen adamlara neyi anlatabilirsiniz ki?

Biz buradan İslamofobi nasıl çıkıyor, nasıl birdenbire blasfemik oluyor bunlar, bunu tartışalım.

Evet sanayileşeme süreci büyük yanlışlarla, büyük adaletsizliklerle başladı ve devam etti ülkemizde. Sınıfsal belirsizlik büyük bir sıkıntı oluşturdu pek çokları için. Avrupalı manada bir sol hareket çıkartamayacak kadar cılız bir işçi sınıfı, köylünün ve tarım toplumunun rağmına kendisini bir yerde zar zor var etti.

Köyden şehre göçenler ise fabrika işçisi kıyafetini giymiş rençberler olarak yaşadılar; bismillah dediler yediler ve içtiler, şükür elhamdülillah dediler, hayatlarına devam ettiler.

Ekonomik ve kültürel anlamda terakki ancak Batılılaşma ile mümkündüyse, bunu 19. Yüzyıl'ın görmemiş Türk aydınlatıcıları gibi; geri kalmış, ilmi-fenni çözememiş kabul ettikleri cahiller topluluğundan ayrışarak yapmanın mümkün olduğunu kabul etti kimileri. Bu dahi saygı duyulabilecek bir şeydir.

Ancak bir diğer refleks de ortaya çıktı ki bunlar ağzı tarhana kokanlardan, ayağı çarıklılardan, evde patik giyenlerden kendisini ayrıştırmanın yolunu her zaman ekonomik bir zeminde bulamadı. Zira, gün geldi açık piyasa ekonomisi dünün rençberinin çocuğuna bugün ufak, orta ölçekli yahut büyük sermaye sahibi dedirtti.

Bir zamanlar ekonomik olarak ayrışan, farklı muhitlerde oturan bu insanlar şimdi kendilerini eğer bir şatoya hapsedemiyorlarsa yahut Türkiye'de yaşamaya devam etmek istiyorlarsa, bu insanlarla aynı apartmanlarda, aynı muhitlerde yaşamak zorundadırlar. Buna kendilerince sermayenin kırsallaşması dediler ve aşağıladılar. Görgüsüz sonradan görme vs... Ötekisi de döndü ve dedi ki kıroyum ama para bende.

Ekonomik olarak sıyrılıp, kurtarılmış alanlarda yaşamayı beceremeyenler, kültürel bir üstünlük vehmi, bir Batılılık ile kendilerini birilerinden üstün bir noktaya koymaya çalıştı.

Son kırk yılın hikayesi bir parça da bu zaviyeden anlatılabilir. Komşusundan memnun olmayan, trafikte öfkelenen pek çokları bu damardan İslamofobi devşirmeyi başardı.

Maalesef ki bu bir köşe yazısı ve benim yine yerim bitti. Perşembe günü tam olarak buradan, bıraktığım yerden devam edeceğim.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp