Top
24/10/2022

Türkiye’nin akıl çağı

“En Hakiki Mürşit İlimdir, Fendir!”“Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır.” (Atatürk, 22 Eylül 1924, Samsun)

Geçen hafta Bartın'da meydana gelen maden kazasında 41 işçi hayatını kaybetti. Çok sayıda işçi yaralandı. Sorumsuzluk ve ihmal 41 cana mal oldu. Rasyonel ve gerçekçi bir yaklaşımla olayın nedenlerinin ortaya konulması gerekirken, tahmin ettiğimiz gibi oldu, yine kolaya kaçıldı; “kader” denildi. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kazayı da dinsel bir yaklaşımla “kader planı” diye açıkladı:

Türkiye Cumhuriyeti, anayasasına göre laik bir devlettir. Laik devletler de “naslara”, dinsel kurallara göre değil, akla ve bilime dayanan rasyonel ilkelere göre yönetilir. Atatürk'ün kurduğu Laik Cumhuriyet'in temelinde de akıl ve bilim vardır. Üzülerek söylüyorum, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyılına doğru yaklaşırken büyük bir hızla laik niteliğini kaybediyor; Cumhuriyet'in akılcı ve bilimsel temelleri sarsılıyor. Türkiye Cumhuriyeti'ni ikinci yüzyılında yeniden laik kimliğine kavuşturmak, bunun için de devleti yeniden akılcı ve bilimsel temellere oturtmak yaşamsal bir zorunluluktur. Bunu başarabilmek için her şeyden önce kurucu iradenin, yani Atatürk'ün akla ve bilime verdiği önemi iyi bilmek ve doğru kavramak gerekir.

ZAFERİN SIRRI: İLİM VE FEN

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasının, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulabilmesinin sırrı “rasyonel akıl” ve “pozitif bilim”dir.

Atatürk,  Kurtuluş Savaşı'nın sırrını 27 Ekim 1922'de Bursa'da öğretmenlere yaptığı konuşmada şöyle açıklamıştı: “Düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Ordularımızın sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber kabul etmektedir.” (Atatürk'ün Bütün Eserleri (ATABE), C.14, s. 44)

Büyük Taarruz öncesinde meclisin ünlü hatiplerinden Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kürsüden “Kuvayımilliye bir cinneti mukaddesedir” demişti. Atatürk bu söze tepki göstererek “Ne diyor bu? Ne demek cinneti mukaddesedir? Kuvayımilliye hesaptır, hesap!” karşılığını vermişti. (Hikmet Özdemir, Tekâlif-i Milliye, İstanbul, 2001, s. 83)

Celal Bayar da Kurtuluş Savaşı'nın “büyük bir matematik mimari” olduğunu söylemişti: “Kurtuluş Savaşı büyük bir matematik mimaridir. Yenmekten yenilmeye kadar tasarlanmamış, hesaplanmamış hiçbir yanı yoktur.  Bütün olasılıklar değerlendirilmiş, önlemler alınmış ve Büyük Taarruz böyle bir matematik mimarinin zirvesinde hazırlanmıştır.” (Celal Bayar, Atatürk'ün Metodolojisi ve Günümüz, İstanbul, 1978, s. 22-23)

KURTULUŞUN MATEMATİĞİ

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda -kendi ifadesiyle- “ilim ve fenni rehber kabul ederek” planlar yapmış, stratejiler geliştirmiş, her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı gerçekten de “bir matematik mimaridir.

Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'nın ön hazırlığını daha Samsun'a çıkmadan önce 6 ay kaldığı işgal İstanbul'unda yapması, genelgelerle kongrelerle mücadeleyi kişisellikten kurtarıp millete mal etmesi, iyi bir kurtuluş ekibi kurması, -sırasıyla- milleti, meclisi ve orduyu hazırlaması, topyekûn savaş stratejisiyle tüm ulusu savaşla ilgili kılması, önce iç isyanları bastırıp iç cepheyi sağlamlaştırması, sonra Kuvayımilliye'nin yerine düzenli orduyu kurması, gerektiğinde düşmana düşmanın silahıyla karşılık vermesi; örneğin, sarayın Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah'ın ihanet fetvasına Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin karşı fetvasıyla cevap vermesi, aşama stratejisiyle ilerlemesi; örneğin, sarayın ihanetini görmesine rağmen, mücadeleye zarar vermemek için, zamanı gelinceye kadar padişahı da kurtarmaktan söz etmesi, Ankara'da TBMM'yi açıp “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1921 Anayasası'nı hazırlamasına rağmen Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar cumhuriyetten söz etmemesi, saltanatla halifeliğin aynı anda kaldırılmasının tepkiyle karşılanacağını tahmin ederek saltanatla halifeliği birbirinden ayırıp 1922'de saltanatı, 1924'te halifeliği kaldırması, bir taraftan karşısındaki düşman cephesini daraltırken diğer taraftan kendi cephesini güçlendirmesi; Sovyet Rusya ile yakınlaşması, oradan silah ve cephane yardımı alması, asla diplomasiden vazgeçmemesi, meclis üstünlüğüne önem vermesi, duygularına yenilmemesi, gerektiğinde sorumluluk alması, gerektiğinde geri çekilmeyi bilmesi, düşmana saldıracak güce ulaşmadan hesapsız riske girip taarruz etmemesi, Milli Hareketi örgütlerken halkın içinde, muharebeleri yönetirken ordunun başında bulunması, Büyük Taarruz hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde yürütmesi, düşmanı tamamen imha edecek, riskleri hesaplanmış bir savaş planını, sorumluluğu üzerine alarak başarıyla uygulaması…

Bütün bunlar ve daha fazlası, Atatürk'ün, Türk milletinin varlık yokluk kavgası durumundaki Kurtuluş Savaşı'nda işi “şansa” ve “kadere” bırakmadığını, akılcı ve bilimsel bir yaklaşımla hareket ettiğini göstermektedir.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda zafere olan inancını hiç kaybetmediğini, çünkü “duygularla ve hayallerle değil” bilimsel yöntemle hareket ettiğini, “gözlem, inceleme ve hesaba dayanan önlemleri” olduğunu söylemişti. (ATABE, C.16, s. 262)

BİLİMSEL DEVRİM

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında, 19 Ocak 1923'te İzmit'te halka şöyle seslenmişti:

“Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket, kalplere acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görüntü arz ediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok fakirdir, sefil ve çıplaktır.

Kurtuluş Savaşı'nda kazanılan askeri zaferle ülke düşman işgalinden kurtuldu, ama yokluğun, yoksulluğun, geri kalmışlığın, cehaletin işgali devam ediyordu. Atatürk, şimdi de yokluğa, yoksulluğa, geri kalmışlığa ve cehalete karşı uygarlık savaşı verecekti.

Atatürk, 6 Ekim 1922'de Bursa'da nasıl bir savaş düşündüğünü şöyle açıklamıştı:

Üç buçuk yıl süren bir kavgadan sonra savaşımızı bilimsel alanda, eğitim ve ekonomi alanında sürdüreceğiz…

Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından yaptığı başka bir konuşmada da şöyle demişti:

Bundan sonra pek önemli zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat ve ilim zaferleri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar kazandığı başarılar, memleketimizi gerçek kurtuluşa kavuşturmuş sayılamaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferlerimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım, yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.”

Atatürk'ün deyişiyle “yeni iktisat ve ilim zaferleri” için her şeyden önce  “yaygın cehaleti yenmek” gerekiyordu, bunun için de önce “uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim öğretime” ihtiyaç vardı. Atatürk, 1 Mart 1923'te meclis konuşmasında şöyle demişti:

Uygulamaya dayanan yaygın bir eğitim öğretim için vatanın önemli merkezlerinde çağdaş kütüphaneler, botanik ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurmak gerekli olduğu gibi özellikle şimdiki mülkiye merkezlerine kadar bütün yurdun matbaalarla donatılması gerekmektedir…” (ATABE, C.15, s. 174)

Atatürk, 2 Şubat 1923'te İzmir'de halka konuşmasında da yapılacakları şöyle sıralamıştı:

Yol yapacağız, demiryolları, limanlar yapacağız. Sonra tamamıyla çağdaş ve bilimsel araçlar kullanarak tarımımızı yükselteceğiz. Sonra sanatkârlarımızı yetiştireceğiz ve onların sanat eserlerinden yararlanacağız. Çok miktarda dünya ile rekabet edebilecek tarzda hareket edeceğiz. Bu da fabrikalarla olacaktır.” (ATABE, C.15, s. 92)

Atatürk, devrimleriyle kuldan “birey”, tebaadan “yurttaş”, ümmetten “ulus” haline getirdiği halkı, her bakımdan “medenileştirmek” (uygarlaştırmak / çağdaşlaştırmak) istiyordu. Gerçek kurtuluşun ancak medenileşmekle mümkün olacağını söylüyordu. Bir keresinde şöyle demişti:

Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi (ideali), bütün dünyada tam anlamıyla medeni bir toplum olmaktır. Çünkü dünyada bir milletin varlığının değeri, özgürlük ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserlerle orantılıdır. Medeni eser yaratmak yeteneğinden yoksun olan milletler özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetmeye mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda yürümek ve başarılı olmak hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileriye değil geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı gösterenler, genel medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.” (ATABE, C.16, s.288)

Şu sözler de Atatürk'e aittir:

Medeniyetin coşkun seli karşısında direnç boşunadır ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok acımasızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında Ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar.(ATABE, C.17, s. 286)

Atatürk, toplumun medenileşmesi (uygarlaşması /çağdaşlaşması) için gerekli formülü biliyordu. 22 Eylül 1924'te Samsun'da öğretmenlere seslenirken o formülü şöyle açıklamıştı:

Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır. Yalnız ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır…(ATABE, C. 17, s. 44)

Atatürk, 10. Yıl Nutku'nda da Türk milletini uygarlığa taşıyacak meşalenin “pozitif bilim” olduğunu söylemişti. “Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.

Atatürk, 27 Ekim 1922'de Bursa'da öğretmenlere yaptığı konuşmada da gerçek kurtuluşun ancak ilim ve fenle mümkün olacağını söylemişti:

“Gerçek kurtuluş, toplumdaki marazı (hastalığı) tespit edip tedavi etmekle elde edilir ve marazın tedavisi ancak ilmi ve fenni bir tarzda yapılacak olursa şifa verici olur. Yoksa ilmin ve fennin dışında bir tedavinin hiçbir zaman hiçbir marazı tedavi edemeyeceği malumdur. Tersine maraz kalıcı olur ve tedavi edilemez bir hale gelir. (…) Evet, her konuda, milletimizin siyasi, toplumsal hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir… (ATABE, C.14, 42-44)

Türkiye Cumhuriyeti'ni akıl ve bilimle şekillendiren Atatürk, manevi mirasının da “akıl ve ilim” olduğunu söylemişti:

“Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı kati, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. (…) Zaman süratle dönüyor; milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin iyilik ve kötülük anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek aklın ve ilmin gelişmesini inkâr etmek demektir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler bu temel eksen üzerinde aklın ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” (Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, s. 400-401)

Çağdaş uygarlık aklın ve bilimin eseridir. Atatürk, bu gerçeği çok iyi görmüştü. Sürekli değişen dünyada değişmeyen kurallar getirilemeyeceğini belirterek “benim manevi mirasım ilim ve akıldır” demişti.

Aydınlanma Devrimi'ni ve Sanayi Devrimi'ni ıskalamış, kendi Ortaçağından tam olarak kurtulamamış bir din-tarım toplumunda, üstelik 100 yıl kadar önce; “marazın (hastalığın) tedavisi ancak ilmi ve fenni bir tarzda yapılacak olursa şifa verici olur,” Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” ve “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” demek, çağını aşan bir yaklaşımdır. İşte Atatürk'ü “ölümsüz” kılan da onun çağını aşan bu yaklaşımlarıdır.

Gerçek şu ki, Atatürk Türkiye'de “Akıl Çağı”nı açtı; tam bağımsız, laik, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni akılla ve bilimle biçimlendirdi. Görülen o ki, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüz yılına girerken Atatürk'ün açtığı “Akıl Çağı” kapatılmak isteniyor. Ancak Türkiye'de “Akıl Çağı”nı kapatmaya kalkmak İslam Dünyasında “İçtihat Kapısını kapatmak” kadar yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp