Fethullahçı çetenin 15 Temmuz'daki darbe girişiminin nasıl geliştiğine dair Ankara'da kulaktan kulağa yayılan ve son olarak da stenograf Hande Fırat'ın kitabında yer alan bir darbe günü hikayesi var. Hükümet kanadından ‘off the record' kime sorsanız hemen herkes ezberden aynı kelimelerle aktarıyor.
Biri “Yaz kızım” demiş, Fırat da kağıda dökmüş. Geçtiğimiz haftalarda Ertuğrul Özkök, Fırat'ın “24 Saat” kitabını özetleyince şaşkınlıkla bu hikayenin bir süredir pazarlanan, bana da aktarılan aynı versiyon olduğunu gördüm.
Bakın darbe gecesi anlatılan hikaye nasıl gelişiyor:
Saat 14.45… 15 Temmuz günü esrarengiz bir binbaşı MİT'e geliyor ve orduda bir hareketlilik olduğunu söylüyor.
Saat 16.00… Binbaşı'nın anlattıklarını dinleyen MİT görevlisi sonunda MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın odasına giderek duyduklarını aktarıyor.
Saat 16.21… MİT Müsteşarı güvenli hattan Genelkurmay İkinci Başkanı'nı arıyor.
Saat 17.30… MİT Müsteşar yardımcısı Genelkurmay'a gidiyor.
Saat 18.00… MİT Müsteşarı Hakan Fidan bu sefer bizzat Genelkurmay'a gidiyor.
Saat 18.30… Uçakların havalanmasıyla tank ve birliklerin hareketlenmesi yasaklanıyor.
Saat 21.00… Darbeciler harekete geçiyor. Erdoğan'ın istirahatte olduğu öğreniliyor.
Saat 22.00… Başbakan ve MİT Başkanı konuşuyor.
Özkök haklı olarak 18.30-22.00 arasındaki üç buçuk saatlik sürede ne olduğunu merak ediyor. Anladığım kadarıyla bu zaman diliminde ne olduğunu bilen gazeteci yok. Nitekim stenograf Fırat da bilmiyor, çünkü kendisine o kısım anlatılmamış. Anlatılmamış, çünkü hükümetin, sarayın bile tam olarak o arada ne olduğuna hakim olduğuna emin değilim.
Ortada kuşkusuz bir istihbarat zaafı var. Nitekim 15 Temmuz'dan sonra hükümet de Hakan Fidan'ı çağırıp ona neler olduğunu sorunca Fırat'ın aktardığı bu hikayeyi dinledi.
Fazlasıyla redakte edilmiş hissi veren ve MİT Başkanı Hakan Fidan'ı temize çeken versiyon kimin eseri? Önce kulaktan kulağa, sonra da iPhone'lu demokrasi kahramanı Fırat'a yazdırılıp 15 Temmuz'un resmi tarihi olması için uğraşılan bu hikaye.
Fırat'ın kitabının saray tasdikli olduğu ortada; o üç buçuk saatten ne olduğunun bilinmediğinin yazılmasını, özellikle vurgulanmasını da bizzat saray mı istedi acaba…
Hemen herkesin aklına gelen bariz soruları ben de bu hikayeyi ilk dinlediğimde sordum tabii ki.
Neden öğleden sonra hükümete bilgi verilmiyor? MİT'e binlerce böyle ihbar geliyormuş da doğrulatmak zaman alıyormuş. Erdoğan'a neden ulaşılamıyor? Çünkü o sırada istirahatteymiş ve üçüncü şahıstan değil, doğrudan kendisine iletmek gerekiyormuş.
Büyük bir deha olmak gerekmiyor bu soruları düşünmek ve karşılığında verilecek cevapları bulmak. Hikayeyi ilk yayan (ya da yazan) kişi de muhtemel açıklara karşı tedbirini almış.
Ama tabii Erdoğan'ın Ankara'sında ilk günden beri verilerle duyguların çatışmasının yarattığı türlü sancılar siyasete hakim. Hepimiz Erdoğan'ın daha çok hisleriyle hareket ettiğini, zaman zaman
yanıldığını, bazen ise haklı çıktığını biliyoruz. Bazen hislerine karşı etrafındakilerin yanlış verilerle onu farklı yönlendirdiği de ortada.
Erdoğan epey bir zamandır Fethullahçılardan kuşku duymaya başlamış, ama etrafındakilerin telkinleriyle hisleri üzerine hareket etmeyi ertelemişti. Kuşku her türlü ilişkiyi yok eder, nitekim FETÖ'nün sonu da malum. Ama o noktaya gelinene kadar ne kadar çok vakit kaybedildi kimbilir. Kuşku ilk oluştuğunda harekete geçilse belki şimdi daha fazla kanıt, belge, hatta aktör ele geçmiş olacaktı.
Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlığı döneminde FETÖ'cülere yönelik operasyonun yavaşlamasının üzerinde hiç durulmuyor; belki henüz sıra gelmediği için. Öğrencisi Hakan Fidan'ı bizzat Erdoğan'a getiren Davutoğlu'ydu. İlk görünür çatışmaları da Fidan'ın milletvekili yapılması sürecinde yaşandı. O aralar medya da Davutoğlu'na oynuyor, pasif Cumhurbaşkanı Erdoğan modelini hayata geçirmeye çalışıyordu.
Bütün bu süreçte de Zekeriya Öz gibi FETÖ'nün en kilit teröristleri ellerini kollarını sallayarak kaçtı. Geçtiğimiz günlerde gazetemizde Saygı Öztürk'ün yazdığı gibi pasaportlarıyla gayet rahat bir şekilde sınırdan çıktılar, hiç kimse de onları durdurmak için uğraşmadı.
Ben de o halde bir hissimi paylaşayım. O üç buçuk saatte ne olduğunun yanıtı, Öz gibilerin nasıl bu kadar kolay kaçabildiğinde gizli. Ama bir de bilgi vereyim: Bu sadece bana ait bir his değil; 15 Temmuz'un resmi tarihine Beştepe sakinleri de giderek kuşkuyla yaklaşıyor.
ABD'yi asıl o yönetecek
Damatlar devri
Donald Trump'la Erdoğan arasında pek çok benzerlik var, damatlarına olan güven de bunlardan biri. Nitekim ABD bu aralar seçilmiş başkanın damadı Jared Kushner'a Beyaz Saray'ın kapılarını ve sırlarını açma girişimini tartışıyor.
New Jersey'de Ortodoks Yahudi bir ailenin oğlu olarak yetişen ve Harvard'da sosyoloji okuyan Kushner'ın Trump'ın kulağına fısıldayan adam olduğunda herkes hemfikir. Nitekim son Beyaz Saray görevlendirmelerinde tek yetkili isim olarak ırkçı faşist gazeteci Steve Bannon'ın atanmasını engellediği konuşuluyor; Bannon yetkilerini bir başkasıyla paylaşmak zorunda şimdi.
Tıpkı kayınpederi gibi emlak işi yapan Kushner aynı zamanda New York Observer'ın da patronu. Bir zamanlar Serdar Turgut'la satır satır okuduğumuz ve şehrin entelektüel kesiminin nabzını tutan, aşırı snob ve alaycı gazeteyi satın aldı… ve batırdı.
Kushner ve eşi Ivanka Trump'ı o yıllarda sık sık New York'taki Harry Cipriani'de öğlen yemeğinde görürdüm. Cipriani'de hemen herkesin masası önceden belli ve onlar da kapıdan girince sağdaki üçüncü yuvarlak masayı tercih ederlerdi.
Ivanka şehirde hep beğenilir, dikkat çekerdi. Kushner ise medya patronu olmasına rağmen bir türlü New York'taki o görünmez iktidar ‘kulübüne' dahil olmadı. Zira sahtekar bir babanın oğlu. Baba Kushner, kardeşinin koynuna kadın sokup bunu kameraya çekip şantaj yapacak kadar aşağılık bir figür. Nitekim dolandırıcılıktan hapis yattı.
Kushner'ın medya işine girmesinin asıl nedeni de ailesinin yaşadığı bu travmadan sonra kendisini savunacak bir mecra arayışıydı.
Kushner aradığı itibarı şimdi Beyaz Saray'ın damadı olarak kazanma peşinde. İddialardan biri de kayınpederinden kendi babasına af çıkarması.
Amerika'daki nepotizm yakınlarına göre Başkanlar kendi ailelerini resmi görevlere atayamıyorlar; 1960'da John F. Kennedy kardeşini Adalet Bakanı yapmıştı, daha sonra bu gibi atamalar yasayla engellendi. Dolayısıyla damadın nasıl bir görev alacağı, güvenlik izni verilip verilmeyeceği merak ediliyor. Trump'ın her konuyu damadına danışma huyu başını yasayla ilgili belaya sokabilir. ABD seçimlerinde seçilen Donald Trump, ama yöneten Jared Kushner olabilir.
Bu albüm iyi geldi
Rap'in olgunluk çağı
En sevdiğim t-shirtlerimden birinin üzerinde “A Tribe Called Quest Hayatımı Değiştirdi” yazıyor. Her giydiğimde değişik tepkiler alıyorum. Kimileri ATCQ'nun ne olduğunu soruyor, kimileriyle ise aynı hayali cemaatin mensubu olduğumuzu anlayıp adeta özel bir dille iletişim kuruyoruz
ATCQ, ya da Tribe, 90'larda Queens'te kurulmuş bir rap grubu. Pharrell Williams aşk yaşayabileceği insanda aradığı ilk şartın Tribe hayranı olması gerektiğini söylemişti bir söyleşisinde.
Rap'in jazz altyapısı üzerine inşa edileceğini kanıtladıkları yetmiyormuş gibi en büyük hitlerinden birini Lou Reed'in “Walk On the Walkside”ının üzerine kurdu ATCQ. Hafif balıketli kadınları ölümsüzleştiren “Bonita Applebum”ı armağan ettiler müzik tarihine.
Şarkılarında silah ve uyuşturucudan değil, sosyal sorunlardan bahsediyorlar, Afrika'yı kabulleniyorlar, New York'lu gençlere rap sayesinde yepyeni bir dünyanın var olduğunu anlatıyorlardı. Etkileri Queens'in sınırları çoktan aşıp Tokyo'da falan kapalı gişe konserlere vardı.
Rap'in duygusal olabileceğini cilveli, flörtöz ve esprili sözlerle kanıtladılar. Bütün bunları yaparken de daha 20 yaşını bile doldurmamışlardı.
Hâlâ bugün bile yaptıkları iki albümün hangisinin daha iyi olduğuna hayranları tam olarak karar veremedi.
Yıllar içinde Tribe dağıldı; Q-Tip grup üyesiyken aşina olmaya başladığı İslam'a iyice bağlandı ve Müslüman oldu. Zaman bir araya gelseler de kavgalar, görüş ayrılıkları Tribe'ı sarstı.
Müzik tarihinde yapılmış en iyi belgesellerden biri ATCQ'nun kavgalarını tüm çıplaklığıyla göz önüne seriyor.
İlk albümlerinin 25. yıldönümünü
televizyonda kutladılar ve birbirlerini ne kadar özlediklerini fark ettiler. O gece herkesten gizli Q-Tip'in evindeki stüdyoda kapanıp son Tribe albümü için çalışmaya karar verdiler. Tam kayıtlar bitti, bu sefer ilk ünlendiğinden beri diyabet hastası olan Phife Dawg böbrek yetmezliğinden öldü. Eğer Q-Tip bir Lennon'sa, Phife da McCartney'di.
Geçen hafta çıkan son Tribe albümünün nasıl bir sarsıntı yarattığını, Trump'ın seçiminden sonraki tek iyi haber olduğunu, dahası sözleriyle bu günlerde herkese iyi geldiğini de göremedi Phife. Geçen cuma tandığım herkes bu albümden bahsediyordu.
Adının “We got it from here… Thank You 4 Your Service” olmasını Phife istemiş; grup üyeleri hâlâ tam ne anlama geldiğini bilmiyor. Sahnede Phife'ın vokalleri kayıttan gelince onun resminin olduğu dev bir bayrak açıp anıyorlar.
Tribe'ın en büyük özelliği an'ı yakalaması, içinden geldikleri sokağın ruh halini ve titreşimlerini yansıtmasıydı. Nitekim daha Trump'la özdeşleşen Müslümanlara, eşcinsellere, göçmenlere ve diğer azınlıklara yönelik oluşan nefret dilini şarkılarına yansıtmışlar. Şarkılar jazz kökenlerine gönderme olması niyetiyle analog kaydedilmiş, albümde Jack White ve Elton John gibi isimler de konuk olmuş.
30'lu yaşlarında Q-Tip'e “Rap için biraz yaşlanmadın mı” diye sormuşlardı. O da rap'in gençlik enerjisiyle formun ustalığı arasında bir yerde mükemmelleştiği yanıtını vermişti. Yeni albümlerinde ATCQ her zamankinden daha iyi rap yapıyorlar, ama 40'lı yaşlarında asıl dinleyiciye geçen albümün yarattığı his; artık pek çok şeyi değerlendirirken hisleri gözardı ettiğimiz bir dünyada azımsanacak bir başarı değil. Hayatımı değiştirmeye devam ediyorlar.