Top
Mehmet Yaşin

Mehmet Yaşin

myasin@hurriyet.com.tr

13/09/2023

Damağımın tarihi

Damağımın geçmişini hatırlamak istedim. Ne kadar geriye gidebilirdim acaba? Altı yaş civarında, sis perdesinin arkasında bir şeyler hatırlıyorum.

Malatya'da, Taş Mektep'te, ilkokulun ilk sınıfına gidiyordum. Hatırladıklarım:

Boğazıma kaçan leblebi tozu. Sararmış çitlembikler. Yol kıyısındaki ağaçlardaki iğdeler. Bir de komşu bahçedeki ağaçtan topladığımız kayısılar.

Evde neler piştiği pek gözümün önüne gelmiyor. Bulgur pilavı hayal meyal görüntüye giriyor. Bir de babamın, Eski Malatya'da, soğuk suyun içine atıp, çatlattığı karpuzlar.

Gerisi yok. Malatya faslı bu kadar.

O yaşlarda ne bumbar dolması, ne kayısı kebabı, ne kağıt kebabı, ne kiraz yaprağı sarması. Bunlar çok sonra damağımla tanışacak olan Malatya yemekleri!

Yedinci yaşımda İstanbul'daydım. O yılların görüntüleri ve lezzetler daha belirginleşiyor.

Ortaköy'ün sırtlarında, Orhaniye Kışlası'na bitişik bir lojmanda oturuyorduk. Lojman dediysem, iki odalı, gecekondudan hallice ahşap bir evdi.

Mahalle fakirdi. Evler derme çatmaydı. Bazılarının duvarlarına tenekeler çivilenmişti. Paslı tenekelerde yabancı yazılar vardı. Sonradan Rusça olduğunu öğrendim.

O tenekelerle Rusya'dan ne gelmişti acaba?

Evimizin biraz ilerisinde büyük bir askeri mutfak vardı. Belli saatlerde ellerinde bakır kazanlarla gelen askerler, yemeklerini alıp giderlerdi.

Pişmiş soğan kokusuyla ilk bu mutfakta tanıştım. O gün bu gündür hala en sevdiğim yemek kokusudur.

Unutamadığım bir başka koku da, mutfağın fırınında pişen ekmeklerden gelirdi. Onun için ne zaman fırınların önünden geçsem, hep çocukluk günlerimi hatırlarım. Böylesine iştah açıcı bir kokuya hala rastlayamadım.

Askeri fırında, yuvarlak, esmer unla yapılmış, tanesi yaklaşık bir kilo civarında olan ekmekler yapılırdı. Babam kışlada çalıştığı için, biz de o ekmeklerden faydalanabiliyorduk.

Fırından o muhteşem ekşi maya kokusu yayılmaya başlayınca, bir koşu gider, iki tane ekmek alırdım. Bir anne kucağı gibi sıcacık ekmeklerdi.
Onlara sarılmayı çok severdim.

Hamur sevgisi başlangıcımın bu ekmekler olduğunu sanıyorum.

Okuldan dönünce bir acele önlüğü, çantayı bir kenara atar, oyun oynamaya çıkardım. Annem elime, üstüne ya Vita yağı ya da salça sürülmüş kalınca bir dilim ekmek tutuştururdu.

Vita yağı, Türkiye'nin ilk margarinlerinden biriydi. Sarı renkli, damakta kolay kolay erimeyen yağdı. Çok sevmezdim.

1952 yılında, Unilever'in Bakırköy'deki fabrikasında üretilen, içinde çeşitli bitkisel yağlar bulunan katı bir yağdı. Daha doğrusu Türk halkının tanıştığı ilk margarindi.

Vita sürülmüş ekmeğe her zaman burun kıvırmışımdır.

Ama salçaya bayılırdım. Yaz aylarında annem kendisi yapardı. O zamanlarda her şey nedense çok çok alınırdı. Patates, soğan çuvalla, meyveler ve domates sandıkla.

Annem, babaannemin de yardımıyla domatesleri ezer, kaynatır, tepsilere dökerdi. Bu tepsiler daha sonra bahçede güneşin altına konurdu. Benim ve kardeşlerimin görevi, bu tepsileri, kuştan, sinekten korumaktı.

Bir seferinde tepsilerden birine bir serçe dalış yapmıştı. Salçalı serçe bizi epey eğlendirmişti.

Zaman içinde ekşi mayalı ekmek diliminin üstündeki salça, en sevdiğim lezzetlerin başında yer aldı. Sonraki yıllarda, salçayı sarımsakla, kekik ve zeytinyağı ile tatlandırmayı öğrendim.

Öğrendikçe daha da sevdim. Hele biber salçasını tattıktan sonra sevgim daha da katlandı.

Çocukluk yıllarımda, Ankara'da teyzemin evinde tanıştığım salçalı makarna ise aklımı başımdan aldı. O gün bugündür salça soslu makarnadan vazgeçemiyorum.

Salçanın damağımı ilk fetheden yiyecek olduğunu söyleyebilirim.

Salça (domates), makarna ve ekmek tutkumun başlangıç hikayesi işte böyledir.

Bir de, Ziya Gökalp'in o yıllarda çok sevilen “Ala Geyik” adlı şiirinin mısraları hala aklımdan çıkmıyor:

“Çocuktum ufacıktım
Top oynadım acıktım.
Buldum yerde bir erik
Kaptı bir alageyik”

Ne zaman bahar gelse, yeşil can erikleri çıksa, onları yerken hep bu mısralar aklıma gelir.

Yeşil erikle rakı eşlemesini de çok sonraları öğrendim. En sevdiğim ikili oldular !

Bir de su meselesi var!

Suyun lezzetini fark etmem, daha ileriki yaşlarda, ortaokul çağlarında oldu sanırım.

O zamanlar sakalar vardı. Atlarının sırtındaki eyerde, ikisi sağda, ikisi solda olmak üzere koydukları dört tenekede su taşırlar, bunları evlere satarlardı. İyi su olduğunu öne sürerlerdi hep.

Biz almazdık. Çünkü evimizin yüz metre ötesindeki tarihi bir çeşmeden, gürül gürül Hamidiye suyu akardı.

Ben ve kardeşlerim, kovalarla çeşmeden su taşıyıp, mutfaktaki koca küpü doldururduk. Küpün ağzı her zaman beyaz bir tülle kapalı olurdu.

Yanındaki duvarda da uzun saplı bir tas asılıydı. Sürahileri o tasla doldururduk.

Küpün çevresi yaz sıcağında terler, ıslanırdı. Terli, soğuk küpü okşamak çok hoşuma giderdi! Dışardaki sıcağı unuttururdu bana.

Yemek ve içme suyu küpten alınırdı. Musluk suyu ise sadece temizlikte ve bulaşıkta kullanılırdı. Tıpkı şimdilerde olduğu gibi. Tek fark, içme suyu o zamanlar bedavaydı.

O yıllardaki gelişmemiş damağım, sular arasındaki lezzet farkını kavrayamazdı. Onun için babamın akranlarıyla yaptığı sohbetlerde, İstanbul sularını ballandıra ballandıra anlatışına pek anlam veremezdim.

Bazı hafta sonları, komşunun minibüsüne biner, uzak semtlerde, babamın bildiği çeşmelere giderdik. Alemdağı en sevdiğim yerdi. Çimenlerde koşturup durur, piknik sofrasında nefes nefese karnımızı doyururduk.

O yemekler benim için bir ziyafetti:

Kuru köfte, katı yumurta, zeytinyağlı sarma, sigara böreği, ev yapımı poğaça, tuzlanmış salatalık, bazı bazı mercimek köftesi, haşlanmış tavuk…

Tüm bu yiyecekleri bugün de çok seviyorum.

Bunlardan birini ne zaman yesem, çocukluk anılarım gözlerimin önünden akar gider hep.

Bagajdaki damacanalar dolduktan sonra babam ve arkadaşları, gölgelik bir yerde oturup, birer kadeh rakı içerlerdi. Rakı da çeşmenin suyuyla beyazlatırdı.

Babamın normal suyla rakı içtiğini hiç görmedim. Sürahide mutlaka iyi su bulunurdu.

Çırçır, Kestane, Hünkar, Fındık, Sultansuyu, Taşdelen, Karakulak, Kayışdağı, Hamidiye… Tüm bu suların lezzetini ve tadını daha sonraki yıllarda öğrendim.

Yani su konusunu önce kulağım sonra gözüm en sonra da damağım öğrendi.

Şimdi o çeşmeler yok artık. Bütün su kaynakları, şişelenip, market raflarına taşındı.

Damağımın tarihi tabii ki bu kadar kısa değil. Uzayıp gidiyor. Ama yerim kısıtlı. Zaman zaman bu kişisel tarihimi anlatmayı sürdürürüm!

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp