Top
28/12/2013

Demokrasi krizi

Cemaat-hükümet çatışması olarak tarif edilen süreç, dört başı mamur bir demokratik siyaset krizidir. Krizi, Türkiye için hayırlı ve olumlu bir sürece çevirmek ise, çatışmayı nasıl ele aldığımıza bağlı.
Krizin bir ayağında, buyurgan bir tutum var. Hükümeti karalama kampanyasıyla eşgüdüm içinde ilerleyen olur olmaz suçlamalar; yargı ve emniyet içindeki uzantılar aracılığıyla, siyasi iradeyi felce uğratmayı amaçlayan müdahaleler; cemaatin tüm basınyayın organları aracılığıyla krizi yolsuzluk tartışmasına indirgeyen yaklaşımı bu çizgiyi temsil ediyor. Kendileri dışında kalan herkese, adeta aptal muamelesi yapan, buna itiraz eden herkesi yolsuzluğa göz yummakla suçlayacak kadar zıvanadan çıkan buyurgan bir ahlakçılık söz konusu. Türkiye, paralel devletin unsurlarıyla beslenen ve cemaatin farklı kesimlerini büyüsü altına alan bir cinnet haliyle karşı karşıya.

Taraflar
Cemaat içinde çeteleşmiş unsurların krizdeki asli rolü, sürecin kriminal boyutuyla alakalı. Küçümsemek için söylemiyorum, tam tersine neredeyse bütün mesele bu. Öte taraftan dindevlet ilişkisi ve demokrasinin geleceğini de bu çerçeveyle ilişkili olarak konuşuyoruz.
Devletin dinle ilişkisini makul bir noktaya çekmek, Türkiye'nin en önemli meselesi olageldi. Erdoğan hükümetleri sayesinde, herkes için sindirilebilir olmasa bile, bu noktada ciddi mesafeler alındı. Bugünün krizi ise başka yerde.
Dini temsil ve hizmet iddiasını ve altın nesil hülyasını kişilerin/grupların dindarlığından çok, devleti/bürokrasiyi ele geçirmesi gereken öncü kadrolar olarak tarif etmişti cemaat. Kendileri dışında hiçbir grubu/kimseyi yeterince Müslüman veya dindar görmeyen bu zihniyet, tam da bu yüzden devletle ve siyasetle makul veya normal bir ilişkiye giremiyor.
Birinci kısım beni pek ilgilendirmiyor, ama bu devletin bir vatandaşı olarak devlet veya siyasetle normalleşmemiş bir ilişkiye sahip devasa bir yapı, beni ilgilendiriyor. Bu bir sorun ve krizin taraflarını belirleyen ana gerilim noktası. Bir yanda meşru siyaseti savunan Hükümet ve geniş bir potansiyel ittifak alanı, öbür yanda siyaseti, teolojinin vesayeti (basitçe dini veya dindar bir siyasal perpektifi kastetmiyorum) altına almak isteyen altın-nesil ütopyacıları ve çeteci yansımaları.

Boyutlar
Sorun, cemaat içindeki bazı grupların, iç siyasi gündemde öne çıkan tüm siyasi konularda, muhatap kitleleri, tarafları ve dinamikleri basit bir istihbarat-yargı, asayiş ve kadro meselesine indirgemesi ve tüm cemaati bu düzeyde konumlandırması.
Paralel devlet tam olarak böyle bir şey: Bu araçlarla bazı kararlar almak, siyasete yön biçmek ve hükümete rağmen devletçilik oynamak.
Sağ olsunlar, memleketin vicdanını kanırta kanırta, iki yıldır defalarca bunu tecrübe etmemizi sağladılar: Darbe yargılamalarının vardığı boyut, İ. Başbuğ, yaşam tarzı kavgaları, Gezi olayları, KCK tutuklamaları, Kürtçe ifade krizleri vb... onlarca örnek var. Başlıkların her birinde, operasyon güçleri aracılığıyla karşıda hiçbir muhatap kitle, dinamik, talep veya siyasi sorun yokmuşçasına asayişçi bir mantıkla hareket edildi.

Kriz anları
Herkesin bildiğini tekrarlayayım. Evet, cemaat-hükümet ittifakı askeri vesayetin geriletilmesinde etkili oldu. Ama ondan sonrası kritik, çünkü bugüne bir anda gelinmedi.
Cemaatin içindeki çeteci unsurlar, referandumdan bu yana, siyasi süreçleri felce uğratan veya yargı operasyonlarıyla buna müdahale eden bir pozisyon takındı ve genelin eğilimi de tüm siyasal sorunlara "bizimkiler göreve gelirse, her şey çözülür, bırakınız yapsınlar" mantığını hâkim kılma yönünde oldu. Hükümetin, yine referandumdan bu yana bahsi geçen başlıklarda, dayatılan gündeme ve yöntemlere itiraz ettiğini ve farklı şekillerde bunları dile getirdiğini de herkes biliyor.
Başbakan Erdoğan, bu süreçte sabırla ve inatla, bu kesimin siyasetin normal akışına katılmasını, bu yönde bir desteği güçlendirmesini bekledi ve bunu teşvik etti. Milli iradeye saygı çağrılarının, sadece eski darbeci elitlere yönelik olmadığı ve herkese yapıldığı gayet açıktı. "Sıla hasreti bitsin" çağrısı da uzatılan bir eldi. Ama Hükümetin aldığı cevap, anlamsız bir otoriterlik eleştirisi, arada yaşanan yüzlerce kriz, 7 Şubat kalkışması ve son olarak 17 Aralık operasyonu oldu.

Çatışmanın sonuçları
17 Aralık operasyonu Hükümete ve Yeni Türkiye'ye yönelmiş bir intihar saldırısıdır.
Sivil siyasi zemini koruma refleksi devreye girdi, hızla muhtemel krizleri engelleme stratejisi devreye sokularak operasyonun ilk ayağı püskürtüldü. Ama asıl soru "şimdi ne olacak" sorusudur ve bunun cevabı defalarca verilmiştir.
Erdoğan liderliğindeki hükümetlerin krizleri aşma repertuarı tek bir başlıktan oluşuyor: Hiçbir şekilde vesayet girişimlerine boyun eğmeden, hatta tam tersine buna kalkışanları teşhir ederek mücadeleye girişmek ve hemen ardından siyasetin alanını genişletecek şekilde daha fazla demokratikleşme stratejisini devreye sokmak. Yeni Türkiye, bu stratejiyle Eski Türkiye'yi aştı ve yine bununla çeteleşmiş son unsurları da geride bırakarak yoluna devam edecek.
Başbakan Erdoğan, devleti ele geçirmeyi dini misyon zanneden teolojiye karşı siyasetin namusunu ve Türkiye'nin hayallerini temsil ediyor. Bu çizgi, hükümet yanlısı veya muhalifi, demokrasi yanlısı tüm güçlerin ortak perspektifiyle çoğulcu demokrasiyi mümkün kılacak zemini temsil ediyor. Çünkü Devlet, herkesin devletidir, demokrasi de herkes içindir.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp

Yazarın Diğer Yazıları