Top
Ünal Çeviköz

Ünal Çeviköz

unal.cevikoz@radikal.com.tr

03/03/2016

Türkiye'nin önündeki dış politika açmazları

Türkiye’nin dış politikasında son yedi yıldır uygulanan çizginin İsrail, Irak, Mısır, Suriye, İran, Rusya ve ABD ile olan ilişkilerimizde ciddi sıkıntılar yarattığını artık sağır sultan dahi duydu. Belki sağır sultandan daha çok işitme özürlü insanlar olabilir düşüncesiyle bunun bir kez daha altını çizmekte yarar olabilir. Ancak bu tespitin yansımalarının, Türkiye’nin genel dış ilişkilerine olan etkilerinin neler olabileceği hakkında düşünülenlerin, yazılanların ve anlatılanların anlaşılamaması işitme dışında başka türlü bir özürden kaynaklanıyor olmalı. Buna rağmen bir kez daha deneyelim.

24 Kasım 2015 tarihinde Rus uçağının düşürülmesinin Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri bir daha onarılması neredeyse imkansız olacak şekilde olumsuz etkilediği malum. 2004 yılından beri gergef işler gibi, adeta iğne ile kuyu kazarak özene bezene atılan adımların sonunda geldiğimiz safha bu iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihinde belki de hiç görülmemiş bir atmosfer yaratmıştı. İkili ticaret hacmi 30 milyar dolara dayanmış, Rusya’dan Türkiye’ye gelen turist sayısı dört milyona erişmişti. Rusya Türkiye’nin ekonomisinde önemli bir ortak haline gelmişti.

Enerji bağımlılığımız bu ilişkilerde asimetrik bir durum oluştursa da, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda bunu bir dengeye oturtabilme, enerji tedarikini çeşitlendirme şansı vardı ve bu da iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu atmosferi içinde herhangi bir gerilim yaratmadan sağlanabilecekti. Bugün bu sayılanların tümü yüzseksen derece dönüş göstererek olumlu kutuptan olumsuz kutuba kaydı. İğne ile açılan kuyu dozer ile kapatıldı. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri yeniden eski düzeyine getirmek için her iki tarafın da çaba göstermesi gerektiği açık, ama kayıp daha çok Türkiye’nin. Üstelik bu durum Türkiye’nin Avrasya coğrafyasında eski Sovyetler Birliği alanında bugün bağımsız devletler olarak yer alan bir çok ülke ile olan ilişkilerini de olumsuz etkiliyor, giderek de etkileyecek.

Rusya ile başlayan ve görünürde ikili bir krizmiş gibi algılanan gelişmeler Suriye platformunda iki ülkeyi daha büyük bir gerginliğin eşiğine getirdi. Rusya artık Türkiye’yi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde aleyhinde karar tasarısı sunulacak bir hasım gibi görüyor. Suriye’deki kaosun başlıca sorumlusu olmakla suçluyor, uluslararası kamuoyu önünde Türkiye’yi bir takım hukuk dışı davranışlar içinde bulunduğu iddialarıyla teşhir etmeye çalışıyor.

Bu gelişme Türkiye’nin geleneksel müttefikleriyle uzun bir zamandır açılan arasının kapanacağı, Türkiye’nin NATO ve AB ile olan ilişkilerinde yeniden uyumun yakalanabileceği yolunda ümit besleyenlerin sevinmesine yol açtı. Doğu Akdeniz’de beliren durum çatışmalar yatıştıktan sonra yeni bir bölgesel dengeye kavuşan ve bir tür bölgesel soğuk savaş ortamına evrilen bir sonuç doğurabilirdi. Bu gelişme belki Türkiye’yi gerginliğin tam göbeğine yerleştirecekti ama böyle bir durumda da NATO ittifakı üyesi olmak Türkiye’nin stratejik konumunun ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu bir kez daha kanıtlayacaktı. Suriye’li mülteciler konusu da AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin yeniden canlanmasına yol açmıştı ya, işler tıkırında gitmeye başlıyordu galiba...

Lüksemburg Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’nin Rusya ile bir gerginlik yaşaması halinde NATO’nun devreye girmekte çok da hevesli olmayacağına işaret eden ifadeleri yelkenleri suya indirdi. Bu ifadenin 1964’te yaşanan “Johnson mektubu” olayının modern versiyonu olduğundan kuşku duymamak gerekir. Kısaca özetlenecek olursa, ABD Başkanı’nın mektubu Türkiye’nin o tarihte Kıbrıs’a bir müdahalede bulunması halinde bunun bir Türk-Yunan savaşına yol açabileceği endişesini dile getiriyordu. Daha da ötesi, böyle bir savaş halinde Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalinin olabileceği, bu gerçekleştiği takdirde de NATO’nun Türkiye’yi savunma konusunda tereddüt gösterebileceği ima ediliyordu.

Görünen o ki, Türkiye’nin son yıllarda izlediği başına buyruk dış politika müttefikleri nezdinde de kuşku uyandırmış. Başta ABD geliyor. Türkiye ile ABD arasında hemen her üst düzey ikili görüşmede ortaya çıkan sonuç tarafların önemli dünya meseleleri hakkında görüş farklılıkları olduğu hususunda mutabık kalmaları olarak özetlenebilir. Müttefikler arasında görüş farklılığı olmaz mı? Elbette olur. Ama bu görüş farklılıklarını aşmayı denemek aynı ittifak ilişkilerinin güvenilirliği açısından önemli bir sorumluluktur. Görüş farklılığı yokmuş gibi açıklamalarda bulunmak ise karşılıklı güveni sarstığı gibi güvenilirliğin yanı sıra öngörülebilirliği de zedeler. Bu da aynı görüşmenin içeriği hakkında tarafların birbirinden farklı okumaları olduğunu kamuoyuna açıklamalarıyla sonuçlanır.  Aradan geçen elli yılda Başkan Obama ile Başkan Johnson arasındaki en önemli değişikliğin aynı tereddütleri farklı yöntemlerle ifade etmeleri olduğu anlaşılıyor.

Demek ki, Rusya ile ilişkiler bozulduğu için NATO ile ilişkilerde yeniden olumlu bir geri dönüş arayışı da umulduğu kadar kolay olmayacak. Bunun tek nedeni var: güvenilirlik ve öngörülebilirlik endeksinde Türkiye’nin puanı eskisi kadar yüksek değil. Moody’s, Fitch, Standard and Poor’s kredi puanlamasının yanı sıra dış politikada güvenilirlik ve öngörülebilirlik puanlaması da yapsa da puanımızın ne olduğunu anlasak...

Peki, bir yandan Rusya, diğer yandan ABD ve batılı müttefiklerimiz ile olan ilişkilerde böyle bir gerileme yaşarken acaba bölgedeki komşularımızla olan ikili ilişkilerimizin durumu nasıl? İsrail ve Mısır kategori dışı zira onlarla olan ilişkilerimizin düzelmesi için normal dış politika kod ve davranışları dışındaki faktörler daha önemli rol oynuyor. Ama bir gün gelecek Suriye sorunu bugün olduğundan daha farklı bir safhaya doğru evrilecek. Yeni Suriye’de oluşacak yeni yönetimle Türkiye’nin ilişkilerinin güvenilirlik ve öngörülebilirlik bakımından 2010 yılının standartlarına dönebilmesi mümkün mü? Hele tüm dünyanın Suriye’de Suriye halkının seçimler sonunda kendi kararıyla seçerek iş başına getireceği bir yönetimle çalışmaya hazır olduğunu açıkladığı bir ortamda bizim “o olmaz, bu olmaz, şu da olmaz, öteki hiç olmaz” çizgisinde ifadesini bulan istikrar dolu yaklaşımımız nasıl bir sonuç doğuracaktır, hiç düşündünüz mü?

Dahası da var. İran’ın uluslararası topluma küçük fakat emin adımlarla dönüşü, Kürt sorunu ve yurtdışında yaşayan Kürt akraba topluluklarla ilişkilerimiz  konusu Türkiye’nin yukarıda sıralanan bir dizi dış politika açmazını oluşturan öbeğin üzerine yenilerini ekliyor. Türkiye’nin önündeki dış politika açmazları çığ gibi büyüyor. Bizden söylemesi.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp