Top
Ünal Çeviköz

Ünal Çeviköz

unal.cevikoz@radikal.com.tr

01/02/2016

Pirus zaferlerimiz ve hal-i pürmelalimiz

Ülkenin bir köşesi kan gölüne dönmüşken, bir diğer köşesinde insanlık adına utanç verici manzaralar yaşanırken başka köşelerinde mutlu mesut yaşam sürdürebilmek mümkün değil. Ülkemizin Doğusu kan ağlarken, Batı kıyılarında da insanlık ağlıyor. Hemen her köşede umutsuzluğu pekiştirecek gelişmelerle karşılaşılıyor. Türkiye’nin toplumsal huzur ve barışının bir an önce sağlanması gerektiğini dile getirenler bu defa vatan haini olarak görülüyor, aşağılanıyor. İster istemez akla şu soru geliyor: barış, huzur ve toplumsal sükuneti savunmak vatan hainliği ise, bunun aksi vatanseverlik mi oluyor? Her gün onlarca insan Ege’nin hırçın sularında canlarını kaybederken onların bu seyahati denemelerini engelleyememek, sadece boğulmayanları denizden toplayabilmek başarı mı sayılıyor?

İç politikada umut vaat edemeyen hükümetler açığı kapatmak için dış politika başarıları arayışı içine girerler. Türkiye’de dış politikada başarı hikayeleri arayışı bir süreden beri olanca hızıyla ilerliyor. Sonuç: bir dizi Pirus zaferi! Bu ifadenin “küçük de olsa bir zafer kazanmak uğruna kazanılandan çok daha fazlasını kaybetmek”  anlamına geldiğini söylemek yeterlidir. Açalım.

Avrupa Birliği’nde (AB) birçok çevrede şöyle bir kanaat var: Türkiye Suriye’li mültecilerin Avrupa’ya kaçışlarına göz yumarak Avrupa üzerinde bir mülteci sorunu baskısı yaratmaya çalıştı ve bunun üzerinden AB ile ilişkilerinde  bir pazarlık fırsatı aradı. Avrupa, üzerindeki baskıdan ve mülteci akınından kurtulmak için Türkiye’yi tatmin eder görünmeyi ve bazı beklentilerini karşılamayı denemek istedi. Türkiye ile AB arasında 29 Kasım 2015 tarihinde varılan mutabakatın da genel dinamiklerini bu anlayış oluşturdu.

AB açısından bakıldığında kurgunun Türkiye’nin istediği takdirde bu mülteci akınını durdurabileceği hesabı üzerine kurulmuş olması temel yanlışı oluşturuyordu. Türkiye açısından bakıldığında ise, şayet gerçekten böyle bir politika izlenerek AB üzerinde bir baskı oluşturmak ve buradan bir pazarlık yaparak bir tür “dış politika başarısı” türetmek beklenmişse, o zaman AB’nin mülteci akınını durdurmak için öne süreceği koşulları yerine getirebilme olanağına sahip olmak gerekirdi.

Bugün AB ülkelerindeki yaygın kanaat Türkiye’nin Suriye’li mültecilerin Avrupa’ya akınının durdurulması için yeterince başarılı bir uygulama içinde olmadığı yönünde. Üstelik, yine aynı çevrelerdeki endişe bu yılın bahar aylarıyla birlikte mülteci akınının şimdiye kadar görüleni aratacak ölçüde patlama yaşayacağı doğrultusunda. Hal böyle olunca, Türkiye’nin beklentileri arasında yer alan “vizesiz Avrupa” hayali bir gölge oyununa dönüşüyor.

Avrupa mülteci kriziyle mücadele etmek için her türlü önlemi almaya çalışıyor. Bunların arasında sınırlara duvar örmek, İsveç ve Danimarka’nın Schengen uygulamasını askıya alma kararını uygun bulmak, Almanya’nın şimdiden bir milyonu aşmış olan mülteci yükünü durdurmak, hatta bir kısmını geri göndermek için arayışlar içinde olmak gibi düşünceler mevcut iken hiç kimse Türkiye’ye vize muafiyeti uygulamasının başlamasını mümkün görmüyor.

Öte yandan, AB ile üyelik müzakerelerinde beş yeni faslın açılabilmesi için verildiği ileri sürülen vaatlerin de oybirliğiyle varılmış bir AB kararı sonucu olmadığı açık. Öyle olsaydı, Güney Kıbrıs’ın bunu kabul etmiş olması gerekirdi. Sözü edilen beş fasıl esas itibariyle Güney Kıbrıs’ın açılmasını veto ederek engellediği fasıllar. Hal böyle olunca, bu fasılların açılabilmesi de Kıbrıs müzakerelerinde kaydedilebilecek gelişmelere bağlı. Biz her ne kadar bu iki konunun birbiriyle bağlantılı olmadığını ileri sürersek sürelim, Güney Kıbrıs öyle düşünmüyor. Öyle düşünmedikçe de vetosunu kaldırmak için Kıbrıs sorununda kaydedilecek gelişmeleri beklemeyi yeğleyecekmiş gibi görünüyor.

Bu durumda, henüz gelmeyen, ne zaman gelmeye başlayacağı da belli olmayan üç milyar Avro tutarındaki fon dışında bir “başarı” görülmüyor. En büyük kayıp ise insanlık adına oldu. Tüm dünyada Türkiye’nin bu fon karşılığında Suriye’li mültecilerin son menzili olmayı kabul ettiği inancı oluştu. Bu inanç son yıllarda inanılırlık ve güvenilirlik bakımından ciddi kuşkular yaratan davranışlarıyla zaten itibarını yitirdiği Arap kamuoyu nezdinde Türkiye’yi bir kez daha yaraladı.

Benzer bir durum Türkiye’nin Cenevre görüşmelerine ilişkin tutumunun sonucu olarak da ortaya çıkıyor. Suriye krizinin başından beri Türkiye hem Esad  rejiminde hem Arap dünyasında hem de tüm uluslararası kamuoyunda bu ülkenin geleceği ile ilgili bazı hesaplar içinde olduğu kuşkusunu yarattı. Bu kuşkuyu ortadan kaldırmak için de doğru dürüst bir çaba göstermedi. Aksine, zaman içinde niyetlerinin daha da netleşmesine yol açabilecek davranışlar içine girdi.

Tüm dünya Irak, Afganistan ve Libya örneklerinden sonra artık başka ülkelerin rejimlerinin dış müdahalelerle değiştirilmesi döneminin kapandığını, bunun olumlu sonuç getirmediğini, askeri müdahale yerine uzlaşmacı, diyalog arayıcı, zaman içinde yumuşak güç kullanımıyla belli kazanımların yavaş yavaş elde edilebilmesinin daha uygun olacağını kavradığı bir sırada, Türkiye aksi görüşte oldu. Sadece Esad rejimine karşı mücadele veren unsurları yönlendirmek ve desteklemekle kalmadı, Suriye’nin geleceğinde bir tür toplum ve coğrafya mühendisliği planlaması içinde olduğunu da açık açık dile getirmeye başladı.

Bu müdahaleci yaklaşım, Arap kamuoyunda Türkiye’nin yumuşak güce dayalı etki alanları oluşturma politikasının yerini yeni Osmanlıcı ve yayılmacı bir anlayışın aldığı düşüncesinin doğmasına yol açtı. Son yıllarda izlediği Ortadoğu politikaları, Türkiye’yi Ortadoğu’nun ve son beş yıldır “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin en büyük kaybedenlerinden biri yaptı.

Cenevre görüşmelerinde masada kimlerin bulunması gerektiğine ilişkin tutumu nedeniyle huysuz aktör görüntüsü oluşturan Türkiye’nin minik zaferleri ne yazık ki hem Türkiye içinde hem Türkiye’nin çevresinde en güçlü müttefiki olabilecek Kürtleri Türkiye’den uzaklaştırıyor.

Dış politikada başarı hikayeleri arayışlarının sonuna gelindiği belli. Gündem eğrisi inişli çıkışlı seyrine devam ediyor, iç politika tıkandıkça dış politikaya sarılınıyor, dış politika tıkandıkça iç politikada yeni gündemler oluşturuluyor, eskiyenler de ısıtılıyor. Türkiye halkı, karşı karşıya olduğu bütün sorunların “Başkanlık Sistemi” ile çözülebileceğine inandırılmaya çalışılıyor. Bu çaba Pirus zaferleriyle hal-i pürmelalimizin düzelmesinin mümkün olabileceğini savunmaktan başka bir anlama gelmez.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp