Top
25/08/2015

Bayreuth Hacısı

Bayreuth haccımın beşinci gününde Wagner’in Yüzük dörtlemesinin üçüncü etabı olan Siegfried operasını izledim. ‘Hac’ sözcüğünü kullanmam kimi okurlarımı yadırgatmış mıdır bilmem ama Bayreuth Festivali ziyaretçileri, ben kendimi bildim bileli bu isimle anılır: Bayreuth Hacısı. Bu tabir, hem şehrin kendisi hem de Festivalevi’nin üzerine kurulduğu meşhur ‘Yeşil Tepe’siyle Bayreuth’un, Wagner tutkunlarının gözünde ‘mabet’ olma kimliği ve konumundan ötürüdür. 2012 yılındaki ilk Bayreuth yazımda da bu hac ve hacılık kavramından bahsetmiştim, hatırlayanlar vardır.

Ring yani Yüzük dörtlemesinin Siegfried ayağını da izledikten sonra, rejisör Frank Castorf’un, serideki her opera için farklı bir estetik ve anlam dünyası geliştirmeyi amaçladığının artık gizlisi saklısı kalmadı. Das Rheingold’de coşan taşan (ve bunun karşılığında bolca yuhalanan), Die Walküre’de ise durulan Castorf, Siegfried’de o meşum ‘yönetmen tiyatrosu’nun en mümtaz örneklerinden birine daha imza atarak, son perde indiğinde Bayreuth’u, deyiş yerindeyse, yuhalamadan inletti. Castorf’un daha önce de vurguladığım gibi, Ring serisinde dramanın ve/veya romantizmin zirve yaptığı o müthiş anlarda en olmadık pespayelikler peşine düşmekle, aşkın (yüce) olanın bayağı olanla kol kola gezdiği günümüz dünyasını sahneye yansıttığını ileri süren bir görüş var Bayreuth’ta. Fakat, modern yaşamın çarpıklıklarına dikkat çekeyim, üzerine düşündüreyim derken gülünç duruma düşmeniz, izleyiciyi hiddetlendirmeniz de mümkün, tıpkı Castorf’un şimdiye dek başına geldiği gibi.

Bayreuth’ta 2013 yılından beri sahnelenen bu Ring rejisi aslında ilk önce Wim Wenders’e emanet edilmek istenmiş, ama ünlü Alman sinema yönetmeniyle görüşmeler 2012 yılında olumsuz sonuçlanınca piyango son dakikada Frank Castorf’a vurmuştu. Yeşil Tepe sakinlerinin reddedildiklerinde yaşadıkları şok, tahmin edilemeyecek boyutta olmalı. Düşünün ki, Wagner’in 200’üncü doğum yıldönümünde büyük bir tantanayla anılacağı 2013 yılında sahnelenecek yeni Ring için görüşülen rejisör, finişe bir yıl kala, ‘ben bu işi yapmayacağım’ diyor. (İlk yazımda, belleğimin beni yanıltması sonucunda, Wim Wenders yerine Lars von Trier’nin ismini vermişim. Halbuki, Richard Wagner’in torunu Wolfgang Wagner tarafından, 2006 yılında prömiyer yapacak yeni Ring rejisi için ta 2000 yılında angaje edilen Trier, 2001-2002 yıllarında festivali ziyaret edip bu sipariş üzerine, az da değil, tam dört yıl kafa yorduktan sonra, kendi sözleriyle, ‘opera rejisörlüğünün, hele de Wagner’in Ring’ini yönetmenin, üstesinden gelebileceği bir iş olmadığını anlayıp’ 2004 yılında bu işten çekilerek herkesi şaşkına çevirmişti. Trier’nin yerine tiyatro yazarı Tankred Dorst alelacele angaje edilmiş, ama ne var ki, hayatında daha önce hiç opera sahnelememiş olan 1925 doğumlu bu Alman yazarın iki yılda hazırladığı Ring rejisi, Bayreuth’ta eleştiri oklarının hedefi olmaktan kurtulamamıştı).

Uzun lafın kısası, belli ki, Doğu Almanya kökenli tiyatro yönetmeni Castorf, Wagner, Ring ve reji üzerine düşünecek fazla zaman bulamamıştı. Tıpkı Tankred Dorst gibi daha önce hiç opera sahnelemediğini vurguladığım Frank Castorf’un işi hiç de kolay değildi. Gelin görün ki, Katharina Wagner ve Eva-Wagner Pasquier çok büyük bir riskin altına girerek, dedelerinin opus magnum’u sayılan Ring dörtlemesinin 200’üncü yıldönümüne özel olarak sahnelenecek yeni rejisini, Almanya’da bugüne kadar daha çok politik tiyatro alanında yaptığı çalışmalarla tanınan, regietheater’ın önde gelen isimlerinden Frank Castorf’a emanet etmekte beis görmemişlerdi. Castorf’un heybesinde opera namına sadece, 1992 yılından beri sanat yönetmenliğini yaptığı Berlin’deki ünlü Volksbühne’de, gevşek bir adaptasyonunu sahnelediği Wagner’in Nürnbergli Usta Şarkıcılar operası bulunuyordu. Peki Castorf neden bu kumarı oynadı? Yanıtını, rejisörün Deutsche Welle’ye verdiği demeçte sarf ettiği şu anlamlı sözde bulabiliriz sanırım: ‘Her zaman söyledim. Ben Doğu Almanya’dan geliyorum. Orada bize bir muz uzatıldı mı onu asla geri çevirmezdik!’

Regietheater yani yönetmen tiyatrosu anlayışının önde gelen tüm temsilcileri gibi Castorf da, tiyatro rejilerinde kışkırtmayı, kızdırmayı, genel kabullere bayrak açmayı, toplumsal norm kabul edilen davranışlar ve kabullerle alay etmeyi, ‘muhafazakarları silkelemeyi’ çok seviyor. ‘Metnin kutsallığı’ fikrini kabul etmeyip onu benimsediği ideoloji ve sahnede kurduğu estetik uğruna kesmekten, eğip bükmekten çekinmiyor. Yani Castorf günümüz Bayreuth’u için aslında geçer akçe bir isim. Castorf’un put kırıcılığından rahatsız olmayan Bayreuth Festivali yöneticileri, ‘festival hacıları’nı topyekun karşılarına almamak için, imzalattıkları sözleşmede yönetmenin Ring’in hiçbir yerine dokunmaması, pasaj atmaması, ekleme yapmaması şartını koşmuşlar.

Bu kırmızı çizgiler dışında rejisörlüğün gerektirdiği tüm tasarruflarda bulunmasına göz yumulan Frank Castorf, Ring’in üçüncü etabı olan Siegfried’de yine yapacağını yaptı ve çok tartışmalı bir rejiye daha imza attı. Bayreuth’un döner platformu sayesinde yine ikiye bölünen dev sahnenin bir yüzüne ABD’deki Rushmore Dağı’nın meşhur ön yüzü, öteki yüzüne ise Doğu Berlin’in Alexanderplatz’ı dekor olarak yerleştirilmişti. Librettoya göre Nibelung cücesi Mime’nin ormandaki mağarasında geçen 1.Perde’nin dekoru, ABD’nin kurucu babalarının suretlerinin cephesine oyulduğu Rushmore Dağı’ydı. Ama dağın cephesinde bu sefer onlar değil, ‘Komünizm’in babaları’ diye tanımlayabileceğimiz Marx, Lenin, Stalin ve Mao dörtlüsünü suretleri vardı! Die Walküre’de video projeksiyon yoluyla yapılan ideoloji aktarımı belli ki Siegfried’de Komünist Rushmore Dağı ve Komünist dönem Berlin’inin dekor olarak kullanılmasıyla yapılacaktı. Bu dağ dekoru özellikle 3.Perde’deki Wanderer (Wotan) ve Siegfried arasındaki düet boyunca hem iki karakterin de indiği, tırmandığı, kovuklarından içeri girip çıktığı bir alan işlevi gördü hem de üzerinde uygulanan çeşitli ışık oyunlarıyla ortaya hoş görüntüler çıkmasına sebep oldu.

Hani Das Rheingold’de barmen olarak sahnede epeyi bir dikkat dağıtan, Die Walküre’de ise perdede görüntülerini izlediğimiz dilsiz karakter vardı ya, işte sonradan Frank Castorf’un asistanı Patric Seibert olduğunu öğrendiğim bu trajikomik şahıs, Siegfried’in 1.Perde’sinde, operaya adını veren baş karakterin, onu yetiştirip büyüten Mime’yi ziyaret ettiğinde yanında getirdiği ayı oluvermişti! Evet, yanlış duymadınız, librettoda aslında ayı olması gereken bu canlı, asistan Patric’ten başkası değildi! Siegfried’in perdenin başında çekiştirerek getirdiği ve sonra Mime’nin karavanına (Das Rheingold’de Nibelheim’i simgeleyen karavan burada da mağaraydı) bağladığı ip, zavallı adamcağızın boynunu acıtıyor, o ise tüm bunlar umurunda değilmiş gibi, 1.Perde boyunca mütemadiyen kitaplarla uğraşıyordu. Kitaplar devamlı yerlere saçılıyor, o ise kitapları toparlamaya gayret ediyor, arada da onları okuyordu. Lakin Götterdaemmerung’da yaşayacakları yanında Siegfried’de çektiği işkence bu zavallı için bir hiçti (Kapitalizmin paryalaştırdığı bireyi sembolize ettiğini düşündüğüm bu dilsiz oyuncu, ilginçtir, Castorf’un Ring rejisinin, her birinin ayrı telden çaldığını vurguladığım dört etabını birbirine bağlayan belki de tek ortak elemandı).

Yüzüğü ele geçiren Fafner’in 2.Perde’deki mağarası ise, Berlin’in günümüzde de ünlü meydanlarından biri olan Alexanderplatz’ın Komünist dönemdeki haliydi. Aleksandar Denic’in ince bir işçilikle tasarlayıp inşa ettirdiği dekor, Ring’i oluşturan operaların dekorları arasında belki de en etkileyici olanıydı. Beton parapeti, trabzanı, sarı renkte kocaman Posta tabelası, o dönemin karakteristik mağaza vitrini ve daha pek çok ince ayrıntı, doğrusu ya, seyri çok zevkli bir dekor görüntüsü sunuyordu. Dekor tamamdı ama Castorf’un bize bu perdede de sürprizleri vardı. Yüzüğü (petrolü?) ele geçirip zenginleştiği görülen Fafner’in uyuşturucu işine girdiğini anlıyorduk. Siegfried, ‘baba’yı yani Fafner’i, Nothung adlı ünlü kılıcını kalbine saplayarak değil de, bir taramalı tüfekle öldürdü! Castorf’un Ring rejisi üzerine -kısa süreliğine de olsa- düşünmeye başlamasından itibaren en fazla üzerinde durduğu konulardan birinin de bu kılıç olduğunu, sağda solda okuyabildiğimiz az sayıdaki demecinden anlıyoruz. Günümüze taşıdığı rejide kılıç imgesinin yerinin olmadığından dem vuran Castorf’un, onun yerine ikame ettiği makineli tüfekten çıkan korkunç gürültüden korkmasınlar diye, ön sıralarda oturan festival hamilerinin temsilden önce uyarılmaları da, yine medyaya yansıyan ilginç bilgiler arasındaydı.

Bu sahnenin ardından, bir süreliğine makineli tüfekten çıkan çatapat kokusu eşliğinde izlediğimiz 2.Perde’nin önemli sahnelerinden birinde Siegfried’in karşısına çıkan Orman Kuşu, Rio Karnavalı’nda resmi geçit yapan kızların giydiği türden şatafatlı kanatlara sahip kostümüyle (Kostüm: Adriana Braga Peretzki), tıpkı Ring’deki diğer kadınlar gibi seksapeli yüksek bir karakter olarak çizilmişti. Orman Kuşu’nun şarkısını kamıştan yapılma düdükle değil, Alexanderplatz’taki bir çöp kutusuna atılmış pet şişe artıklarının üzerine çubukla vurarak taklit etti Siegfried! Kanatlarını savura savura Siegfried’i baştan çıkartmayı başaran Orman Kuşu -Fafner’in kanını ağzına götüren Siegfried’in böylece kızın ne söylediğini anlar hale gelmesi sayesinde belki de- kahramanımızla perdenin sonunda aşna fişne yapmayı da becerdi! Ama Siegfried’de işlenen cinsellik bununla sınırlı kalmayacaktı. Castorf asıl şok edici anları, Wotan ile Erda arasında geçen sahneye saklamıştı. Bu sahnede Baş Tanrı Wotan, Toprak Tanrıçası ve aynı zamanda Brünnhilde’nin annesi olan Erda’ya, Tanrıların sonunun gelmesinden korkmadığını, aksine bu türden bir sonu arzuladığını ve mirasının oğlu Siegfried ve kızları Brünnhilde tarafından sürdürüleceğine dair inancından bahseder (Nordik mitolojisinde Ragnarök olarak adlandırılan bu olay, Wagner’in Ring’in son ayağı olan Götterdammerung yani Tanrıların Alacakaranlığı operasına hem ismini vermiş hem de onun düşünsel arkaplanını oluşturmuştur).

Böylesi derin anlamları olan bir sahnenin, her zamanki gibi ayyaş biçimde çizilen Wotan karakteriyle, hayat kadını kılıklı Erda arasında geçtiğini tasavvur etmeye çalışın. Nasıl, pek de kolay olmadı, öyle değil mi? Alexanderplatz’ın bir köşesine kurulmuş piknik masasında yemek yedikleri sırada söylediler düetlerini Wotan ve Erda. Önce Erda’nın, üst kattaki odasında makyaj yaptığı ve kendisine getirilen hiçbir peruğu beğenmediği sırada el kamerasıyla çekilmiş görüntülerini perdede izledik. Siyah peruğu ve görkemli kürküyle, Das Rheingold’dekinden de daha vamp görünümlü bir kılıkla merdivenden inip Wotan’ın karşısına geçerek onunla spagetti yemeye koyuldu Erda. Yemek boyunca ikiliye hizmet eden garson ise, asistan Seibert’ten başkası değildi elbette. Yalnız Castorf bu sahnede de, o esnaya kadar pek çok örneğini izlediğimiz ‘sarkastik humor’unu sergilemekten geri kalmayıp yemeği absürt detaylarla bezemişti. Garsonun tabaklara spagettiyi, bardaklara şarabı döke saça servis etmesi, ortaya pek de hoş görüntüler çıkarmadı doğrusu.

Siegfried’in son perde indiğinde uzun uzadıya yuhalanmasına sebep olan bundan sonraki sahnelerde ise; Wotan’ın parası çıkışmadığı için garsonun getirdiği hesabı ödeyememesi, Erda’nın Wotan’a oral seks yapması, derken sahneyi birbirleriyle çiftleşen dev timsahların basması, Wotan’ın bunları yemek artıklarıyla beslemesi, Erda’nın bunlardan birini kovmak için ağzına plaj şemsiyesi tıkması, bir diğerinin de o sahnede bulunmaması gereken Orman Kuşu’nu ham yapması gibi, neye hizmet ettiği anlaşılmayan abuk sabuk gösteriler aldı. Neye hizmet ettiği anlaşılamadı ama Ring’in anlam dünyasından çok şey götürdüğü kesindi. Örneğin Siegfried’in Brünnhilde’yi sihirli uykusundan uyandıracağı ana kadar başından iki esaslı cinsel deneyimin geçmesi, bu vuslatın önemini ve değerini düşürdü. Bu da, Castorf’un Ring’in librettosunu hiç önemsemediği, narsist ve egoistçe davrandığı yolundaki suçlamaların geçerliliğine bir delil daha sunmuş oldu.

Kaldı geriye, Ring’in son ayağı olan Götterdammerung operasından izlenimlerim... Castorf’un rejisi üzerine artık uzun uzadıya analizler yapmaya gerek duymadığımı söylemeliyim. Şimdiye kadarki satırlarımdan bu kararımı haklı çıkartacak pek çok sebep olduğu rahatlıkla anlaşılabilir sanırım. Götterdammerung’un birkaç ilginç sahnesi -ki içlerinden biri, Türk teması içeren hayli ilgilendiren hayli ilginç bir sahneydi- üzerinde durmayı ve ‘Ring 2015’ bahsini böylece kapatmayı düşünüyorum. Bayreuth, Bayreuth Festivali ve Richard Wagner’le ilgili aktarmak istediğim başka bilgi ve izlenimler daha var ki, onları da gelecek yazımda sizlerle paylaşmayı umuyorum.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp