Top
17/05/2014

Sarı çizmeli yabancı

Önce yürürüm demiştim ama yağmur bastırınca yolun kenarına yaklaşıp kaldırdım elimi. İkisi, sağ avuçlarının içini göstererek geçti. Üçüncü yanaştı aldı. Ön taraftaki üç kişilik koltuğun ucuna iliştim. Bozuklardan denkleştirdiğim üç lirayı uzatıp “Bir Kadıköy” derken yanımdaki yaşlı adam yüzüme bakıp uzun uzun cıkcıklandı. Sonra şoförün aynadan yansıyan aksine dönüp, “Al al daha da al, kucağımız boş bak, oraya da al” dedi.

Şoför şaşkın, “O koltuk üç kişil…” demeye çalışırken, kalın kaşlı, gür sesli, koca gıdılı adam alışkın bir tavırla bana dönüp “İnin lütfen” dedi. “Burası iki kişilik”.

Allah Allaaah. “Koltuk iki kişilik değil, siz yayılmışsınız…” Diyemedim tabii.

Şoför sağa çekti, beni indirdi. Gürkaş, koltuğa oyulmuş bir heykel gibi dimdik, hiç kımıldamadan önüne bakarak, “Hakkınızı arayacaksınız hanımefendi. Sizi iki kişilik koltuğa almaya çalışıyor. Bunların önüne geçmemiz lazım. Hakkınızı aramayı bilin” derken yanında oturan ve başından beri olaya hiiiç müdahil olmayan gözlüklü teyze başını uzatıp, hakkını aramayı bilmediği için yağmurun altına atılmış bu çok zavallı ve aşırı cahil ve keşke ölse kıza acıyarak baktı. Ama iki saniye filan… Sonra, dikkate değer bir şey olmadığına hükmedip, öbür tarafa çevirdi kafasını. “Belki de kocasıdır” diye düşündüm. Belki onu da sık sık dışarı atıyordur, rutindir, “Amaaan”dır, “Geberse de kurtulsam”dır ama ilginç değildir…

Allah, tıpkı Rahşan Ecevit’e benzeyen bu teyzeye yardım etsin. Aaa Rahşan Ecevit miydi ki yoksa o? Rahşan Ecevit ölmedi mi? Öldü mü? Gül Erda ne yapıyor acaba? Peki Coşkun Demir?

Hakkını aramayı bilmeyen bir zırcahil gibi bunları düşüne düşüne yürürken, yenilen pehlivan misali, şansımı deneyeyim dedim. Elimi kaldırdım. Bir dolmuş durdu.

Bu kez arkadaki dört kişilik koltukta iki kişi oturuyordu. Tamam dedim, burası olur. Parayı uzattım, ısındım, gevşedim, gürkaşı, Coşkun Demir’i filan hep unuttum.

Dolmuş, yanımdaki tek kişilik yeri doldurmak üzere Göztepe’de durup, genç bir kadını aldı. Kadın, kot ceketli, kot pantolonlu, fuşya rujlu, upuzun kestane saçlı, ince kaşlı, bir kadın, yanımdaki o bir kişilik boşluğa oturmadı, öylece belli belirsiz ilişti ve arkasına yaslanmadan, iki büklüm oturdu.

Acaba dedim, o da mı gürkaşın hışmına uğradı?

Parasını ödediği o yerde herkes kadar onun da hakkı var. Ama sırtını yaslamıyor. Öyle iki büklüm…

Telefonu çaldı. Anlamadığım bir dilde konuştu. Uzatmadı, kapattı, metrobüste indi. Yol boyunca hiç yaslanmadı, yayılmadı, ‘hakkını aramadı’. Gürkaşların hışmına uğradığı ya da uğramaktan korktuğu belli, yürüdü gitti.

Bir yerde yabancı olmak demek, parasını ödediğin halde, sırtını dolmuş koltuğuna yaslayamamak demek herhalde. Biri höt dese korkmak, buraya basma dese, oturma dese, in dese, çık dese tamam demek…

Bir yerde, doğup büyüdüğün bir yerde, yabancı hissetmek nedir peki? O da yerin binlerce metre altından sağ çıktığında bile yetkililerin, politikacıların, doktorların, hemşirelerin birtakım gürkaşların hışmından korkmak demek. “Çizmelerimi çıkarayım mı?” diye sormak, sedyeye şöyle tam, yayılarak, bacaklarını uzatarak, yatamamak demek.

Kendi memleketimizde yabancıyız. Rahşan Ecevit’e benzeyen gözlüklü kadınsa kafasını şöyle bir uzatıp bakınca, bizim beceriksiz cahiller olduğumuzu düşünüyor.

Bilmiyor ki biz, beceriksiz cahiller değiliz. Biz dolaptaki iki litrelik kolayı bile ziyan olmasın diye öyle tek başımıza açıp içmeyiz. Ama mesela, o ve gürkaş kalkıp gelseler hemen fıssslatırız. “Buyrun” deriz.

Siz de hiç sormadan, ayakkabılarınızla girersiniz. Çünkü biz her yerde yabancı, siz her yerde ev sahibisiniz.

Yazıyı Paylaş

Google +

Whatsapp